“…Oysa biz kendi aklımızla yalan söylemesini bile beceremiyoruz. Bana kendi uydurduğun bir yalanı söyle, seni alnından öpeyim! Kendi uydurman olan bir yalan söylemek, başka bir ağızdan işitilip tekrarlanmış bir gerçeği söylemekten hemen hemen daha iyidir. Birinci ihtimalde sen bir insansın, ikincisinde ise papağandan hiçbir farkın yoktur. Sanki biz neyiz? … Elalemin aklı ile yetinmek hoşlarına gidiyor! Fena Alışmışlar!”
(Dostoyevski, Suç ve Ceza)
Bir canlının düşünebildiğini anlamamızın en temel göstergesi, o canlının konuşabilmesidir. Ancak konuşmaktan kasıt; sesleri taklit edebilme becerisinin ötesinde, ses şablonlarını duruma ya da diyaloğa uyumlu bir biçimde kullanabilme becerisindedir. Çünkü diyaloğun ya da durumun veyahut zihinsel imgenin, konuşan öznenin zihninde tezahür etmesi ve neticesinde yine düşünme eylemi ile uygun ses şablonlarına dökülerek dile gelmesini gerektirir. Aksi, yalnızca duyulmuş sesin zihinsel bir devinimden geçmeden dile gelmesidir. Bu hal, bir konuşma değil sesi taklit etmektir. Düşünmek ve konuşmak birbirinden farklı eylemler olsa da ilintilidir, dolayısıyla bir canlının düşünebildiğini diğer algılayabilen özneye en yaygın gösterme biçimi konuşmaktır. Yeter sebep ilkesi gereğince, tüm konuşanlar düşünenlerdir ve hatta tüm düşünebilen özneler de düşünür.
Konuşma ile kasıt olunan yalnızca sözcükler değil; ses, mimik, jest, kelime anlamı olmayan ancak iletişimi sağlayan hemen her şeydir. Vygotsky’e göre jest ve mimikler ile kurulan ilişki, soyut kavramlar içeren imgesel iletişime göre çok daha basit ve içgüdüseldir. İnsan geliştikçe daha karmaşık düşünceler geliştirmekte dolayısıyla da zorunlu olarak daha karmaşık bir kavrayış - ifade biçimleri geliştirmek zorundadır.
Biz, bize benzeyeni severiz, kolay bağ kurarız. Özellikle anlamlı – anlamsız jest, mimik ve seslere baktığımızda, kendimize benzer bulduğumuz canlılara yakınlık duyarken benzerliğimiz olmayanlara daha mesafeli olma eğilimi gösteririz. (Vygotsky – Düşünce ve Dil) Aynı durum aslında bir bakıma bizim sosyal hayatımızın da tam ortasında kendini gösterir. Eylemler, ilgi alanları, düşünme biçimleri, finansal durumları gibi kriterlere göre kendi sosyal çevremizi istemli ya da istemsiz olarak belirleriz.
Son dönemlerde, yarı sosyolojik “mahalle” kavramı çok yaygın kullanılmaya başlandı. Bu “mahalle” denilen şeyi aslında, ideolojik bir asgari müşterekte buluşma, ideolojik bir sosyal grup haline gelmek şeklinde tanımlamak mümkün. Fakat bu “mahalle” diye tabir edilen ideolojik birlikteliğin tam anlamıyla homojen ve entelektüel derinliğe sahip olduğunu söyleyebilmek pek mümkün görünmemektedir. Zaten aslında ideolojik mahallenin temeli, en asgari müşterekte buluşabilmektedir. Ayrıca mahalleler iç içe geçmiş ve kendi içerisinde dehşet verici çelişkiler taşıyan bir görünümdedir. Örneğin; laik bir mahalle, muhafazakar üyeler de barındırabilmektedir. Bunun sebebi, tamamen entelektüel eksiklik ve insanın irrasyonel bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle siyasi gerilimlerin arttığı dönemlerde insanlar, kendilerini belirli mahallelere yakın hissederek kendilerini bir nebze olsun güvende tutarlar.
Bu mahallelerin ifade özgürlüğü bakımından liberal yahut tutucu olduğunu söyleyebiliriz. Yani bazı mahalleler kendilerini daha özgürlükçü çizgide görürken; bazı mahalleler daha biat kültürüne yakın, katı doktrinler takip ediyor olabilir. Peki bu durum gerçekten de böyle midir? Yani bazı mahallelerde ifade özgürlüğü vardır ve bazı mahallelerde ifade özgürlüğü yok mudur?
En sonda bağlayacağım yeri baştan söyleyeyim: ister liberal ister tutucu olsun, hiçbir ideolojik mahallede ifade özgürlüğü olduğunu söyleyebilmek bence mümkün değildir. Çünkü ideolojik mahallelere tabi olmak ve ferdi olabilmeyi sürdürebilmek için ise ideolojiyi az ya da çok benimsemek gerekmektedir. Düşünce ve ifade özgürlüğü her ideolojik mahallede sansüre net bir şekilde uğrar. Ancak fark; sansürün bazı mahallelerde örtülü bazı mahallelerde ise aleni olmasıdır.
Baskıcı ve tutucu gruplar için ifade özgürlüğünü tartışmak zaten anlamsızdır. Çünkü zaten tamamen biat etmeden o ideolojik mahallenin bir ferdi olamazsınız. Bu aleni bir durumdur. Örtülü ve gerçek tehlike olan ise demokratik görünen yapılardaki zımni sansürdür. Bu durumu John Stuart Mill çok güzel özetlemiştir: “Susturmaya çalıştığımız görüşün yanlış bir görüş olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; olsaydık bile, onu susturmak yine de kötülük olurdu.” İşte bu nokta gerçekten önemlidir. Susturmak illaki cebir ve zorbalıkla olmak zorunda değildir. Dolayısıyla da bir ideolojik mahalleye ait olma endişesi taşıyan kitlelerin, farkında olmadan ya da tamamen dışlanma korkusundan; düşünme hürriyetinden vazgeçerek birer mikro sansürcüye dönüşmesidir.
Öyle ki, bizim kutsal saydığımız; din ya da başka her neyse (şahsi kanaatim, siyasal bir ideoloji ile dini inanışı insanların aynı derece partizanlıkla savundukları yönündedir), karşıt görüşten bir fikri duyduğumuz anda temelinden sarsılacak ya da karşıt görüşü eğer dinlersek, düşüncemize, dolayısıyla kimliğimize, dolayısıyla doğrudan bize ve mahallemize yıkıcı bir saldırı yapmasına izin vermiş olacağımız hissine kapılıyoruz. Böylece fark etmeden birer “Demokratik Sansürcü”ye dönüşüyoruz. İfade edilen düşüncenin bizi bu denli tetikleyebilmesinin temel gerekçesi ise; ifade edilen görüşe karşı, kendi “kutsal” görüşümüzün savunmasız ve saldırıya açık olacak şekilde cılız, temelsiz ve yalnızca kabul kökenli olması. Aslında ait olduğumuz ya da bize ait olduğunu düşündüğümüz kabullerimiz; bu denli zayıf değil. Sorun bizim yeterince yetkin olamamamız; kendimize ait olduğunu sandığımız düşüncelerin efendisi değil de kölesi olmamız. Malum, bu fikirler, bizi ait olduğumuz mahalleye sokan anahtarlar, ancak bir o kadar da yüzeysel.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, düşüncelerimizi değiştirip geliştirmediği sürece anlamsız olmaktadır. Bu zihinsel gelişimden uzak kaldıkça da yapabileceğimiz yalnızca başkalarının düşüncelerinin propagandasını yapmaktan öte geçemeyecektir. Çünkü bir düşünce, bize hazır olarak biri tarafından verilirse sahibi olabilmemiz söz konusu olamaz.
Kendine ait fikir geliştirebilmek ise tahmin ettiğinizden daha yüksek bir düşünsel sermayeye muhtaç. Çünkü hangi mahalleden olursa olsun, karşıt bir fikrin “saman adamı”nı dövmek bile ciddi bir donanım ve altyapı gerektirmektedir.
Bir fikri yalnızca “Hayata bakışımıza” ya da “Hayat tarzımıza” aykırı diye eleştirmek, rasyonel bir eleştiri biçiminden ziyade içgüdüsel ve lümpen bir tavır takınmaktan öte geçememektedir. Bu sebeple, kişi düşüncesini savunabilecek altyapı ve donanıma sahip olmak zorundadır. Ötekileştirmek, düşmanlaşmak ve kulak tıkamak yerine kendi içine dönmeli ve kendi hesaplaşmasını anlamalı ardından da bu toplumsal çelişkiyi değerlendirmek durumundadır.
Onur Egemen