Hava Durumu
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Emeğı̇mı̇z pazarlık masasında (Beş Kuruşa Üç Köfte)

Yazının Giriş Tarihi: 13.12.2025 12:50
Yazının Güncellenme Tarihi: 13.12.2025 12:51

Part-1

Pir Sultan Abdal’ın yazdığı İlkay Akkaya’dan dinlediğimiz bir türkü vardır, ‘Ilgıt ılgıt esen seher yelleri’, diye başlıyordu. Orada geçen bir mısra oldukça çarpıcıdır. Hatta tüm ekonomiyi derleyip toparlayacak hatta yaşam biçimimizi ahlaki değerlerimizi dahi sorgulayıp çeki düzen vermemizi sağlayacak basit, basit olduğu kadar da derin bir mısradır.

‘Pazarlık mı olur adil dükkânda Leyli muhabbeti de yar kaldı bende O cihan olmazsa ulu cihanda
Dost benim sualim verir mi yar yar’

Dörtlüğün ilk mısrası her şeyimizi özetlemiyor mu? Adil bir dükkânda pazarlık yapmazsın, yapılmasına dahi müsaade etmezsin. Hakkın ve emeğin pazarlığı mı olurmuş, der çıkarsın... Ne tuhaf değil mi, bugün bir işçi, memur ya da emekli hakkını aradığında neredeyse dilenci muamelesi görüyor. Oysa dilenmek, karşılıksız istemektir; zam istemek ise emeğin, alın terinin karşılığını talep etmektir. Çünkü emeğin gerçek karşılığı sadece bir maaş değil, yaşamdan insanca bir pay almaktır. Para, günümüzde bu payın somut karşılığına dönüşmüş durumda. Özellikle emekçiler için bu paya ulaşmanın tek yolu çalışmak, üretmek, emek vermek. Peki ya bu emeğin karşılığı, pazarlık konusu hâline getiriliyorsa? Asgari düzeyde yaşamayı bile kısıtlayan bir anlayışla, üç beş kuruşun hesabı yapılarak yaşamak zorunda bırakılıyorsak, burada insan onuruna dair ne kalıyor? Temel ihtiyaçlar için pazarlık yapmak, en doğal haklar üzerinden pazarlık masası kurmak, ne kadar insani olabilir?

İşçiyle, memurla, emekliyle yapılan zam pazarlıkları ne kadar insani ve ne kadar demokratik? Emek ve alınteri kurbanlık koyun misali ortaya serilip tarafların üzerinde tepindiği bir meydanı andırıyor. Hemen her yıl aynı sahne: İşçi, memur, emekli el açmış ―ne koparabiliriz‖ hesabı yapıyor. Karşıda ise eli cebinde, lütuf verir gibi sıktıkça sıkıp ipe sapa gelmez bir rakam söylüyor. ―Ben sana şunu verebilirim, olsa dükkan senin" der arkana bakıp döner gidersin...

Bu neyin sahnesi? Bu mudur yani insanca yaşamanın pazarlığı? Bu maaşla geçinip geçinemeyeceğinin hesabını değil de idare edilebilecek bir anlamda ölmeyecek kadar vermenin buna razı gelmenin hesabı yapılıyor sanki. Aslında mesele oldukça kolar:

*Bir insan, çalışmayla veya emekliyken kimseye muhtaç olmadan, temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor mu, karşılayamıyor mu?

*Yeme, içme, giyme, kira, doğalgaz, ulaşım, sağlık, eğitim giderlerini ödenebiliyor mu, ödeyemiyor mu? *Kişi çalıştığı halde sosyal yardıma muhtaç oluyor mu, olmuyor mu?
*Emekli olduğu halde o kişi tekrar çalışmaya ihtiyaç duyuyor mu, duymuyor mu?

Bu kadar mı zor gerçekten insana insanca yaşayacak bir miktarı belirlemek. Sanki atla deve arkadaş, demek geliyor. Günlerce, aylarca bu pazarlıkların yapılmasının, tiyatrolar oynanmasının bir gereği var mı? Oysa çok basit: Kimsenin el açmadığı, ay sonunu değil, hayatını düşünebildiği bir düzen... Sanki insanlar oldukça lüks bir hayat için pazarlıklar sürdürüyormuşçasına ve insanca yaşamak için bir ücret verilirse ülke batacakmış gibi bir algı yaratılıyor.

İnsanca Bir Şeyler Olur mu ki...

Hayal kurmak artık lüks, onu geçtik... Peki ya ekmek, su, barınma, ısınma, ulaşım? Bunlar da mı lüks oldu acaba? Bir insanın temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı bir maaşa hâlâ ―geçim ücreti‖ diyorsak, bir yanılgı içerisine girmiş oluyoruz. ―İnsanca yaşamak diye bir kavram vardı eskiden, vicdanlarda, sözlüklerde, anayasalarda, eylemlerde, mitinglerde konuşmalarında geçerdi hani... Ne oldu o kelimeye?

Aslında bunu anlatmak hatta içselleştirmek gerekiyor mu? Hem de yüksek sesle. Bence TÜİK’in, üniversitelerin, uzmanların birinci önceliği bu olmalı: ―İnsanca yaşamak” ne demektir. Hele de emek

verenler için. Bunun maddi karşılığı nedir, herkese bu anlatılmalı ve herkes ne istediği kadar, nasıl yaşaması gerektiğini bilmelidir? Bu önce kamuoyuna, sonra siyasetçilere, patronlarave karar verici olarak rol alan herkese anlatılmalıdır. Çünkü bu kavramı bilmeyen ya da görmezden gelen birilerine karşı aynı masada oturmanın hiçbir karşılığı yoktur. Diğer türlü insanlar sadece çalışan bir robottan ibaret sanılacaktır ki öyle de görülmektedir. Yıllarca sürdürülen politika ise her seferinde ölümü gösterip sıtmaya razı etmekten başka bir şey olmamıştır. Böylece duyguları, hayalleri özel ihtiyaçları olmayan; sürekli yetinmeye mecbur bırakılmış, insanca yaşamayı ertelemiş sesi soluğu çıkmayan, sinen, korkan boyun eğen, yetinen bir dilenci olarak görülmeye devam etmiştir.

Evet, insanca yaşamanın bir maliyeti vardır ve bunu karşılamak bir lütuf değil, haktır. Bir insan, emeğiyle bu hakkı elde edebilmeli değil mi? Düşünün insanca yaşamayı çalışan bir insan elde edemeyecekse yarınımızın çocukları, gençleri nasıl iş hayali kurabilecek? Devlet mekanizması, asgari ücreti neden belirler sorusunun karşılığını verebilmeli. Çalışan birinin ölmeyecek kadar yaşamını sürdürecek bir ücret mi yoksa ailesiyle insanca yaşanabilir bir ücret mi? Amacı nedir? Kamu içinde olsun özel sektör olsun kendi vatandaşının çalışarak insanca yaşamasını sağlayacak onu olası çakallıklara karşı koruyup kollayabilmek için değil mi? Peki, bizler, emekçiler neyle karşı karşıyayız? İşletilen sistem öyle bir hal almış ki çalışanlar ve emekliler ölmeyecek kadar bir maaşa layık görülür hale gelmiştir. Burada devlet mekanizmasını temsil eden tarafın ağırlığını hangi kesimden yana kullandığını görebiliriz. İşin en vahim tarafı nedir diye sorulacak olursa; insanca yaşayacak ücretin kararını verecek olan asıl tarafı işçi, memur ve emeklilerin seçmiş ve seçiyor olması...

Kimse asgari ücretle ayakta kalamıyorsa, bu sadece ekonomik bir kriz değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür. Bunun pazarlığı olmaz. Pazarlık, bu temelin üzerine inşa edilecek fazlalıklar için olur belki; bir tatil, bir sinema bileti, bir konser... Ama yaşamak pazarlığa açık bir şey değildir. Olmamalı da. Bir insanın asgari yaşamı nedir, bunu hesaplamak bu kadar mı karmaşık bir denklem? İnsanın kendi ayakları üzerinde durabileceği bir ücret. Hepsi bu değil mi? Bunun üstüne istediğin sistemi inşa et, yeter ki temeli sağlam olsun. Ama bizde ne oluyor? Temel çürük, duvar yok, çatıya çiçek dikmenin hesabı yapılıyor.

Part-2

Ahhh TÜİK... Vahhh TÜİK!

Ahhhh, ahh! Bir de TÜİK gerçeğimiz var demi; Türkiye’de bazı kurumlar var ki adeta kör, sağır ve dilsiz. Halkın yaşadığı gerçekleri görmekten, duymaktan ve dile getirmekten uzaklar. Bu kurumların başında da ne yazık ki TÜİK geliyor. Aklı başında hemen hemen herkes TÜİK’in verilerini samimi bulmuyor. Bunun en temel sebebi, açıkladığı verilerin halkın yaşadığı gerçeklikle örtüşmemesi. Çünkü samimiyet, sadece veri açıklamakla değil, yaşananı yansıtmakla ölçülür. Oysa TÜİK çoğu zaman toplumun değil, sistemin sesini dillendiriyor.

Peki, TÜİK neden ―insanca yaşamanın maliyetini‖ hesaplayamaz? Çünkü böyle bir hesap, insana değer vermeyi gerektirir. Sadece barınma, gıda, ulaşım gibi rakamları değil; bir insanın onuruyla yaşaması, kimseye muhtaç olmadan ayakta durabilmesi için gerekenleri ölçmeyi gerektirir. Bu da ekonomik değil, aslında ahlaki bir sorumluluk ister. Oysa sistem genelde şunu sorar: ―Asgari ne kadar versek susar?‖ İnsanlık ise şunu sorar: ―Bir insan onurlu bir yaşamı nasıl sürdürebilir?‖ İşte bu iki soru arasında uçurum var. Koskaca TÜİK uzmanlarının ve iktidarların, pazarlık masasına oturanların hâlâ ilk soru etrafında takılıp kaldığını görmek sizi de üzmüyor mu?

TÜİK’in enflasyon verileri için hem kendini hem de iktidar ve sermayeyi rahatlatmak onları aklanmak, eleştirilerden sıyırmak için ipe sapa gelmez bir enflasyon sepeti yaratmıştır... Bu da kendi içinde bir çıkış yolu, bir ―yalana kılıf‖ arayışı değil midir? Ne var sepette? Ve bu toplum gerçekliğiyle ne kadar uyuşuyor. İnsana yakışır ve insanın insanca yaşaması için her şeyi barındırıyor mu? Sadece temel ihtiyaçların olması dahi yeterli aslında. Ama sosyal gerçekliğimiz yok. O sepette halkın değil, tablonun nasıl çıkması gerektiğini isteyenlerin hesabı vardır.

Madem gerçekleri yansıtmıyor, madem insanların yaşadığıyla örtüşmüyor, o zaman neden sepetteki ürünleri güncelleyip, oranları gerçeğe yaklaştırılmıyor? Bunu kim ve neden istemiyor olabilir? Bu kadar mı çamura bulanmış ki elindeki verileri gerçeğe yaklaştıracağına, gerçeği veriye uydurmaya çalışması sizce de Levent Kırca’nın skeçlerini yansıtmıyor mu? İşte olan da, rakamlarla oynandıkça hayatın daha da zorlaşan o insanlara oluyor. Ve insanlar insanlıktan uzaklaşıp dilenmeye başlıyor.

Kim Tınlar Kaymakamı;

Her şeyin maliyeti artmış, vergiler çoğalmış, ev, dükkân sahipleri çıldırmış, yakıt almış başını gitmiş, eğitim, sağlık desen hak getire adı var kendi yok... Bir noktadan sonra fark etmez, demeye başlıyoruz. Gelsin, hepsi gelsin üstümüze. Artık bunlara karşı bağışıklık kazandık. Dikkate alınmayacağımızı öğrendik. Hani eskiler derler ya ―Kim tınlar Yalova Kaymakamını‖ misali... Kim ne yapsın değil mi işçiyi, emekliyi, asgari ücretliyi, esnafı; geçinmiş, geçinememiş, faturasını, kirasını ödemiş ödeyememiş, çocuğuna harçlık vermiş verememiş kimin umurunda ki... Koyun gibi kendi bacağımızdan asılmanın derdiyle başımızı öne eğip "bir şekilde idare ederiz" demeye alıştık, alıştırıldık.

Söylemlerin çok değişmediğine de şahit oluyoruz; biz öyle bir neslin devamıyız ki, ecdadımız açlıkla, yoklukla, yoksullukla mücadele etmiş, bugünlere gelmiştir. Bünyemiz dayanıyor her iktidar döneminde aynı teraneler dönüp duruyor nasılsa. ―Enflasyona ezdirmedik, halkımızın yanındayız, her şey çok güzel olacak, sosyal yardımlar zirvede, çalışıyoruz, gündemimize aldık, beka meselemiz var, soğan ekmekle bugünlere geldik; vatan, millet ve Sakarya’yı, hele de 15 Temmuz’u unutmadık, unutmayacağız...‖ Soru şu: Bu cümleleri kim veya kimler daha çok kurar. Asgari ücretle çalışanlar mı, emekliler mi, memurlar mı, işçiler mi; yoksa iktidar mensupları mı, zenginler mi, patronlar mı, yandaş ve yalaka çıkar odakları mı; rantçılar, besleme basın mensupları, ihaleciler mi?

Samimi cevapları çoğunlukla dikkate alınmayan sorulara devam etmek gerekirse; ülkede bir asgari ücret, emekli maaşı, geçim derdi dediğimiz türden bir sorun var mı, yok mu? Kime göre var, kime göre yok bir de böyle bir sorunumuz var tabii. Alışveriş merkezlerinin dolu olması caddelerin arabalardan geçilmiyor olması, kafelerin yoğunluğu her şeyin üstünü örter sanıyoruz. Tüm insani serzenişlerden sonra hâlâ anlamamakta direndiğimiz kendi sosyolojik ve algı gerçekliğimiz var. Korku ve kaygılarımızı her şeyin üstünde tuttuğumuzu, cesaretimizi yitirdiğimizi kabul etmek zorundayız.

Part-3

Sabır ve Şükür Kapısı Aralanıyor;

Türkiye’de az maaşla yaşamak bir zorunluluk değil, bir yaşam felsefesi haline gelmiştir. Elimize vurup ekmeğimizi almalarına sokakta değil masalarda karşılıklı oturup el sıkışarak kendi ellerimizle veriyoruz. Böylece bir lokma, bir hırka ve bin şükürle geçer günlerimiz!

Emekliler, işçiler, köylüler, memurcuklar, asgari ücretliler ne kadar büyük, büyük olduğu kadar da kutsal bir görev üstlendiğinizin farkında olmalı? Tüm bu kesimler zam istememeli, bir anlamda dilenmemelidir. Çünkü istemek zaten kapitalist bir açgözlülüktür. Bir nevi dilenciliğin kapital versiyonu. Daha kötüsü nedir, kişinin bir işte çalışmasına veya emekli olmasına rağmen rağmen dilenmek zorunda kalması... Ama kimin umurunda değil mi? Asıl meziyet; istememek, dilenmemek, zam almadan da yaşayabilmektir. Sabretmek de yüce erdemlerimizden biri değil midir? Belki de bu konuda bir teste tabii tutuluyor olabiliriz.

Karnınızı doyuracak kadar maaş yeterlidir oysa; fazlası nefsi azdırmaz mı? Açlıkla terbiye olan ruh, sabırla yıkanır, derler. Bir öğünle doyabilmeli insan, bir parça ekmek, biraz da su... Yanına da bolca tevekkül. Bu dünyadan ziyade öbür dünyamızı düşünmemiz gerekirken ZAM DA ZAM diye tutturmanın bir anlamı var mıdır? Neyse ki ahiretimizi düşünen iktidarlar, sermaye odakları, patronlar, şeyhler, ağalar, paşalar, hele de Diyanetimiz var. Onlar sayesinde değil midir ki sabır ve şükür kapılarını aralanıyor.

Ülkenin zenginleri daha çok kazanmalı ki gariban sayısı artsın. İktidarlar bu uğurda yeni yepyeni politikalar geliştirmeli. Garibanların en az 10 çocuğu olmalı mesela. Bir sofrada her lokma için kapışmalı bebeler. Bünye yarı aç yarı tok olmaya alışmalı... Direnmeyi, ayakta kalmayı, yoklukla mücadele etmeyi öğrenmeli. Hastane kuyruklarında sıra beklemeli. 40 kişilik sınıflarda aç gidip gelmeli okula. İşverenler için ucuz iş gücü kaynağı olmalı yavrucaklar. Koca yürekli koca göbekli patronlar onlar ki, büyüyüp gelişmeliler, sermayeleri kat ve kat artmalı. Onlar daha daha kazanacak, sermayeleri gelişmeli ki sistemin çarkı dönsün.

Ülkenin garibanları –ki bu kelimeyi pek çok kişi kabul etmez- ise bu çarkın maneviyat kanadını oluşturur. Asgari ücretlisi, işçisi, memuru, emeklisi çoğunlukla el avuç açsa da bunu yapmamalı, dilenmemeli, zammın peşine düşmemeli ... Zam dayanışma kültürünü zayıflatmaz mı? Toplumsal çürüme de böyle başlamaz mı? Bak emek hırsızı zenginler tek başlarına veya sadece aileleriyle yurt içi, yurt dışı seyahatlerine gidiyorlar. Çok yıldızlı otellerde konaklıyorlar, özel okullarda hastanelerde yalnızlığın acısıyla kıvranıyorlar. Dayanışamıyorlar bile... Zam alıp da palazlanırsak biz garibanlar bir ekmeği nasıl bölüşürüz o zaman, kim

kimden üç beş kuruş borç ister. Anamız, babamız, kardeşimiz, akrabalarımız, eşimiz, dostumuz nasıl sevap kazanır.

Evet evet evet! Emekçiler zam istememeli, sesini çıkarmamalı ki patronların, işverenlerin, iktidarların merhamet duygusu gelişsin. Her şey onların vicdanına bırakılmalı; onların da bu duygularının tetiklenmesi gerekmez mi? Öbür dünya için bu özel duyguyu onlardan mahrum bırakmak hangi emekçinin vicdana sığar ki?

Part-4

Emekçiye Zam Zulüm Değil midir?

Zam istemek de nedir? Yan gelip yatmaya alışmanın Türkiye’deki karşılığı değil mi? Vazgeçilmesi gereken bu durum hemen her yıl her ay, neredeyse her gün dillendiriliyor. Ayıp denen bir şeyler olmalı memlekette. Dilenmenin de bir adabı olmalı. Gece gündüz zam istemeyi, zam haberlerini takip etmeyi alışkanlık haline getiren kesimlerin yerli ve milli dayanışmaya düşmanca olan bu tavrı normal kabul edilebilir ki? Mesela ek iş yapanlar var dilenmek yerine? Harika fikir değil mi? Geceleri de çalışmalı garibanlar, emekliler... Bir yandan da ülke ekonomisine katkıları artar. Uyku desen zaten bir burjuva alışkanlığı değil midir? Günde 4-5 saat uyuyarak Japon disipliniyle Türkiye’ye hizmet edilebilir, kimsenin emekli olduk işimiz bitti havasında yaşamak gibi bir lüksü olmamalı değil mi?

Bir yandan zam isteyenlere karşı da mücadele başlatmak gerekiyor aslında. Bunu yerli ve milli bir vazife olarak atfetmeliyiz. Grev değil, anti-grev yapılmalı. ―Biz istemiyoruz, gerekirse daha da azaltın!‖ diyen afişler hazırlanmalı. Hükümet ve işverenler gözyaşlarıyla alkışlamalı garibanları. Az daha az vermeli, daha fazla sömürmeli emeği... Emekli maaşı mı? Gündemden kaldıralım gitsin, zaten bir cacık değil. Yılkı atı gibi doğaya salınmalı emekliler, özgürlüğün en yüce hâlini yaşamalı. Dağ taş sizin, oksijen bedava.

Hem bu şekilde, iktidarlar, patronlar, sermayenin cefakâr sahipleri de rahat bir nefes alır. Her dönem sahneye konan ―asgari ücret tiyatrosu‖ndan kurtulurlar. Düşünsenize, zavallı yetkililer ekran karşısında matematik problemi çözüyor gibi ter döküyor: "Şimdi açlık sınırı bu, yoksulluk şurada, ama biz ortalamasını verelim..." Niye bu zahmet? Neden TÜİK’i her yıl "resmî yalan kurumu"na çevirelim ki? Yazıktır, günahtır. En azından devletin kurumu, vatandaşın güvendiği devlet gibi davranma şansını yeniden elde eder.

Bu kimin işine gelmez?

Gerçekten neden pazarlık yapılıyor, kim neyin hesabını yapıyor anlamak mümkün değil. Kiralar belli, ekmek belli, süt belli, elektrik su zammından kaçış yok. Hâl böyleyken neyin pazarlığı bu? Bu tiyatroda kimin rolü ne belli değil. Bir taraf ―veriyormuş gibi‖ yapıyor, diğer taraf ―almış gibi‖ yapıyor, sonra da hep birlikte ―memnunmuş gibi‖ kameraya poz veriliyor. Harika bir toplumsal illüzyon. İşveren memnun değil, işçi zaten gülmeyi unuttu. Emekli mi unutuldu. Sonuçta her karar sonrası bir yetkili çıkıp ―Kimse mağdur edilmedi‖ cümlesi kurulacaktır. Mağdur edilmemekle mutlu olmak arasındaki farkı ayırt edemedikçe bu tiyatro daha çok sezon oynayacağa benziyor. Sahne yeniden hazırlanır.

Dilenci gibi otur işverenin karşısına, el pençe divan bekle. ―Acaba bu sene kaç kuruş lütfedecekler?‖ diye umut et. Patronlara acıyalım, iktidara yük olmayalım, bütçeyi zorlamayalım... E peki kim zorlanacak? İşçi, memur, emekli — üçlü kutsal çember! Her yıl aynı çileyi çeken, aynı tiyatroda figüranlık yapan ama sahnenin sonunda alkış hiç olmadı. Zamlardan bahsedilince yüzü ekşiyen ekonomi kurmayları, enflasyona değinince hemen TÜİK’in "yaratıcı muhasebesine" sığınanlar... Memur, işçi, emekli sanki ülkenin kamburuymuş gibi anlatılacak; her şeyin farkındayız ama bu gemi de yüzebilmeli teranelerinin ardından bir kuruş zam talebi bile olmayan ekonomik istikrarın tehdit altına girmesine sebep olabiliyor.

Bu pazarlık tiyatrosunu neden halk izlemez, izlettirilmez değil mi? Günler süren aldı, kaçtı, verdi sacayağında maalesef sadece sonuç açıklanır. Süreçte kim, ne konuştu bilmek istemez miyiz? Yüce hükümet temsilcilerimizin, işverenlerimizin ve işçi temsilcilerimizin ne söylediğini bilmek bu yüce milletin hakkı değil mi? Bu süreç neden canlı yayınlanmaz madem nüfusun hemen hepsini ilgilendiriyor? Belki de taraflar televizyona çıkıp açık oturum yapılmalı. Patron, işçi, memur, emekli yan yana oturmalı ve herkes herkesin gözünün içine bakarak konuşmalı. Kim ne veriyor, kim ne alıyor, kim neye yetiniyor, kim neye zorlanıyor... Herkes duysun. ―Dayatma‖ yerine, bir kere de ―gerçeklik‖ konuşulsun. Peki, ―Bu kimin işine gelmez, bunu, kim neden engellemek ister, kim karşı durur?” diye deli sorular kafanızda belirmiyordur umarım. Aman ne gerek var değil mi? Açlık da, sabır da kutsaldır. Büyüklerimiz bizim yerimize düşünüp gereğini yapıyorlardır zaten. Sabırla yoğrulan millet, zamla bozulmasın değil mi? Yeter ki umut verilsin; gerisi nasıl olsa yutuluyor...

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.