“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip kendi kendisine ‘Bu bana aittir’ diyebilen ve buna inanacak kadar saf insan bulabilen ilk kişi medeni toplumun ilk kurucusu olmuştur. Bu kazıkları söküp atacak ve arkadaşlarına ‘bu sahtekara kulak vermekten sakının, bu toprağın meyvelerinin hepimize ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını bir kez unutacak olursanız mahvolursunuz!’ diye haykıracak olan kişi, insanlığı kim bilir ne kadar çok suçtan, ne kadar çok savaştan ve cinayetten, ne kadar çok korku ve dehşetten, talihsizlikten kurtarmış olurdu.” (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri, JJ Rousseau, Çev. Elif Yıldırım, Oda Yayınları, 2020, s.61)
İnsanlık dünya sahnesine çıktığı ilk günden bugüne, yalnızca tek bir şeyi kovalamaktadır: Daha iyi yaşamak. Gerçekten de ilk insan topluluklarını ele aldığımızda, doğaya karşı sahip olduğu handikapları, alet yaparak yok etmeye çalışmış ve buna teknoloji demiş, her bir “teknolojik çözüm” başka bir sorun doğurmuştur. İnsan doğası denilen şeyin varlığını kabul eden biriyseniz, insanın doğası gereği meraklı bir varlık olduğunu da kabul edeceksinizdir. Dolayısıyla hem bu sorunları çözmek hem de her seferinde öğrendiği şeyin “daha”sını merak eden insan, sürekli ve içinden çıkılamaz bir şekilde kendi başına yeni belalar açmayı başarmıştır.
İlk karşılaştığı sorunları basit çözümlerle savuşturan insanlık, ilerleyen süreçte daha kompleks ve büyük sistemler inşa etmiştir. Bugün kocaman metropoller, devasa yollar, köprüler, ihtişamlı yapılar diken insan aynı zamanda sosyal anlamda da bir şeyler icat etmeyi başarmıştır. En önemlileri ise toplumsal sınıflar ve sosyal statülerdir. Doğaya baktığınız zaman bu kavramların hiçbiri yoktur. Yani doğada zengin bir kuştan, statülü mesleği olan bir su aygırından ya da herhangi sosyal sınıf mensubu bir maymundan bahsedebilmek söz konusu değildir. Ancak elbette sürüler halinde yaşayan hayvanların kendi içlerinde ilkel anlamda statülerinin olduğu kabul edilebilir. Bu statünün ise, cebren ele geçirilmiş ve sürünün selameti için doğa içerisinde kendiliğinden oluşmuş içgüdüsel bir doğa yasasından ibaret olduğu söylenebilir. Bu doğa yasası, zorunluluk olmakla beraber rasyoneldir. Çünkü doğa rasyonel olmak zorundadır.
İnsanlığın statüleri de muhtemelen başlangıçta topluluğun güvenliği ve huzuru için, içgüdüsel olarak ortaya çıkmıştır. Ancak sonrasında farklı ihtiyaçlar ve sorunlar farklı sınıf ve statüler ortaya çıkmıştır. Zamanla birileri üst birileri ise alt sınıf olmuştur. Bu sınıfların içinde de -insanlık onuruna aykırı olmakla beraber- en altta köleler bulunmaktadır. Yine sınıfsal olarak her kölenin de bir efendisi vardır. Kölelik, yakın zamana kadar dünya genelinde çok yaygın bir uygulama olmakla beraber günümüzde halen daha maalesef varlığını sürdüren bir uygulamadır. Köle sınıfı, insanların modernleşmesiyle beraber yavaş yavaş ortadan kalkmıştır(!)
Köle sınıfının ortadan kalkmasını, insanların mücadele yürüterek hürriyetlerini kazanmaları ile açıklamak pek mümkün olmayacaktır. Çünkü günümüzde hala efendiler varsa, köleler nerededir? İnsanlık köleliğe karşı büyük bir uyanış mı gerçekleştirmiştir? Hayır. Eğer efendi varsa mutlaka bir yerlerde en az bir de köle olmalıdır, aslında vardır da. Kölelerin günümüzde şekli değişmiş ve sayıları ciddi oranda artmıştır. Artık günümüzde zincire vurulmuş ve kırbaçlanan kölelerden bahsetmemiz mümkün değildir ancak bu köleliğin kalktığı anlamını taşımaz. Eskiden insanlar zorla, esir edilerek, güç kullanılarak köle yapılırlardı. Ancak bugün, -hemen hepimiz- gönüllü olarak bu sınıfa bir şekilde dahil oluyoruz. Öylesine can atıyoruz ki! Falanca küresel ölçekte büyük bir firmanın kıytırık bir birimin bir parçası olduğumuzu gururla anlatıyoruz insanlara! Öylesine yoğunuz öylesine meşgulüz ki! Ancak bu meşguliyet ve önemli işlerimizi yeteri kadar indirgersek, aslında tek amacımız patronumuzu zengin etmek ve biz bu gerçeği havalı sıfatlarla güzelce maskeliyoruz. Bu çalışma denilen kutsalı öyle bir noktaya koymuş durumdayız ki! Kendimizi, kendi ilgilerimizi, meraklarımızı ve hatta sorgulamayı ıskalıyoruz. Bunları boş işler olarak nitelendiriyoruz. Çünkü bunlara ayırdığımız her bir vakit, patronumuzu zengin etmeye ayıracağımız zamandan çalıyor en nihayetinde. 08.00 ile 18.00 arası (tabi iş yerine göre fark eder) yani günün en verimli saatlerinde ve haftanın 6 günü dur durak bilmeden çalışıyoruz. (Bu arada Türkiye’de yasal çalışma süresi 45 saat olup, benim hesabıma göre 60 saat yapar ki bu çok ayrı bir konu!) Bu şartlar bir kürek mahkumunun şartlarından da Antik Mısır’daki kölelerin çalışma şartlarından da ağır olmakla beraber, bizi bizden de koparmakta. “Hafta sonu mangal yapmak” diye bir tabir vardır. Bu aktivite, genellikle ateş yakıp et pişirmek anlamındadır. Meselenin özüne inince çok garip değil mi? İlkel atalarımız bunu her gün yapıyordu! Madem bu aktivite güzeldi, neden vazgeçtik? Modern olmamızla, doğadan uzaklaşmamızla yani içimizdeki primatla savaşıyor olmamızla övünüyoruz fakat maalesef ki bu bizi kadim kölelerden daha da köle bir hale getiriyor. Bununla gururlanıyoruz. Durup bir düşünsek ve belki de acaba içimizdeki primatla az da olsa barışsak mı artık?
Onur Egemen