Kurulu düzenim olmazsa gör bak neler yapardım. Herkesin hikâye böyle başlıyor. Kurulu düzen... Ah “Kurulu düzenim var işte bi olmasaydı da gör...” cümlenin devamı genellikle belirsizlikle, rüyalarla, tahayyül edebildiğin ölçüde bilinmezlikle biter. Yoksa ne? Ne yapardın? Dünyayı mı değiştirirdin, yoksa sadece apartmandaki kedileri mi beslerdin, evindeki çiçekleri mi sulardın? Yine de “Yoksa çok bir halt edeceğe benzemiyorsun,” demek ayıp olur diye gülüp geçiyoruz. Ama gülümsemenin ardında çoğu zaman derin bir sitem gizliyoruz. İnsanların ahmaklığını ikiyüzlülüğünü açığa vurmaktan imtina ederek iyilik yaptığımızı mı düşünüyoruz.
Bir de şu meşhur laf var: “Lafla peynir gemisi yürümez,” derler, Kurulu düzenden dediğimiz şey de sahip olduğun konfor alanından çıkmak demektir. O alan ki, içinde kaybedilecek çok şey vardır: statü, huzur, konum... Haliyle elini taşın altına koymak pek cazip gelmez. Onun yerine, sabır, şükür, tevekkül güzellemeleriyle hayata anlam katılır(!). Eleştir, homurdan, kınama mertebesine ulaş ve “ben demiştim” konforuyla gününü tamamla. Ooohh! Ne güzell her şeyden sıyrılabilmenin en basit ve masrafsız çözümü: "Kurulu düzenim var canımmmmm."
Özellikle Avrupa yakasından gelen bu sesler içte de çokça söylenir oldu. Hani memlekete kilometrelerce uzaktan methiyeler düzen, “Siz kıymetini bilin gari, biz bilemedik,” diyerek ekran karşısında timsah gözyaşları dökenler. Gerçek şu ki, bazı insanlar için sorumluluk hep başkalarının işi. Yardım mı edilecek? Birileri mutlaka çıkar. Çözüm mü bulunacak? Mutlaka birileri uğraşsın. Kendisi? O zaten olup biteni uzaktan izleyen bir modern çağ filozofudur. Çayını içerken her şeyi değerlendirir ama asla kalkıp bir çöpü yerden almaz. Çünkü “kurulu düzeni” vardır.
Ama unuttuğumuz bir şey var: Eğer herkes sadece düzenini korumakla meşgulse, hiçbir düzensizlik düzelmez. Ve bazen en büyük konfor, hiçbir şey yapmadan rahatça şikâyet edebilme özgürlüğüdür. Kıymetli olan eleştirmekten çok düzeltmeye katkı sunmakla olmaz mı? Bir tuğla koymadan duvara kızılmaz. Yardım eli uzatmadan sistem yerilmez. Çünkü en sessiz iş birlikçiler, hiçbir şey yapmadan her şeye alışanlardır. Ve en büyük çürüme, işte tam da o alışkanlıkla başlar. Bu “kurulu düzen” bahanesi sadece bireyin konfor alanına değil, vicdanına da kalkan oluyor. Yani sadece bedeni değil, ruhu da koltukta oturuyor. Hayatın karşısında pozisyon almak yerine, uzaktan izlemeyi seçiyor. Hani “dış ses” olur ya belgesellerde, işte onun gibi... Her şeyi bilir, yorumlar, ama hiçbir sahnede rol almaz. Çünkü sahne biliniyor ki sahnede olmak, başrolde olmak terletir.
O yüzden sevgili “kurulu düzen” sahiplerinin biraz da düzensizliğe dokunması gerekmez mi? Bunu lafla peynir gemisini yürütmekle yapmaktan ziyade yorulmalı, terlemeli, taşın altına elini koymalı. Belki o zaman, lafla değil, emekle bir şeyler değişebilir. En azından keşke yapsaydım demektense yaptım olmadı, demenin konforunu yaşar.
Bir de bizim bu “bir şeyler yapıyormuş gibi konuşup yeri göğü inleten cenahın en güçlü yeteneği, yükü başkasının omzuna indirmekteki ustalığıdır. Yardıma mı ihtiyaç var? “Devlet el atsın.” Haksızlık mı var? “Avukatlar ilgilensin.” Çocuklar yoksulluk mu çekiyor? “Aile Bakanlığı görsün.” Her şeyin bir sahibi vardır, bir tek kendisinin dışında... O sadece seyircidir, ama kendini her zaman yönetmen sanır. Hem eleştirmen hem yönetmen koltuğunu da boş bırakmaz. Çoğu zaman ununu elemiş eleğini asmıştır. Bu tipler, duyar ama duymaz gibi yapar. Yardım eder gibi yapıp sadece nasihat verir: “Allah sabır versin, Rabbim yardımcın olsun...” Bu sözlerin içi, evet çok güzel süslenmiştir; ama içeriği bomboştur. Çünkü o cümlelerin ardından gelen somut hiçbir şey yoktur. Ne bir katkı, ne bir çözüm, ne bir çaba. Hani derler ya “Konuşmak kolay,” işte bu tayfa, bu sözün vücut bulmuş halidir.
İroninin tam da burada başlar; bu insanlar, dünyayı değiştirme hayalini kurmazlar ama değiştirmeyene laf etmeyi kendilerine görev bilirler. Yani bir şey yapılmadığı için eleştirirler ama kendileri de yapmazlar. Kısacası, çorbaya tuz atmaz ama "bu çorbanın tuzu niye az?" diye yakınırlar. Hele yurt dışı kartvizitleri olanlar Avrupa’da üç gün kalmış ama memlekete dönünce “Biz Avrupa’da böyle yaparız, biz orada çözüme odaklanırız” diye anlatmaya başlar. Güya orada duyduğu bir çevre duyarlılığı, insan hakları, hak-hukuk ve ahlaki değerler memlekete gelince dilinden düşmez.
Evet, neredeyse herkesin kendine özel bir yaşam alanı ve konfor anlayışı vardır. Bu alanlar kişisel zevklere ve değerlere göre şekillenmiş olsa da, çoğu zaman dışarıdan ne dikkat çeker ne de ciddi bir sorguya tabi tutulur. Beğenip beğenmememiz ya da memnun kalıp kalmamamız bu durumun değişmesini pek sağlamaz. Hele ki hayatın ağırlığını geride bırakmış, "ununu elemiş eleğini asmış," toplumsal meselelerden elini eteğini çekmiş, sadece ekran karşısından kendi doğrularını yüksek perdeden dillendiren ve düzenlerini bu pasif konfor üzerine kurmuş yarım burjuvalar için bu alan dokunulmazdır.
Kendi içine kapanarak çevresel etkilerden izole olmayı bir tür korunma yöntemi olarak benimseyen bu kesim, kutsal sayılan değerlere karşı kaygan ve belirsiz bir tavır sergiler. Bu tutum, bu değerlerin zarar görmemesine yönelik bir hassasiyet göstermektense, adeta onları kendi bireysel çıkarlarının ardından ikinci plana atar. Asıl sorun ise, bu bireysel yaklaşımın insan olmanın getirdiği sorumlulukları ve sosyal bilinç düzeyini gölgede bırakmasıdır. Çünkü buradaki mesele sadece bu tutumun sorgulanması ya da değiştirilmesi değildir; mesele, bu bakış açısının insanlık, adalet, hak ve barış gibi temel kavramların üstüne çıkmayı başarmasıdır.
Bugün etrafımızda, değişim isteyen ancak bu değişimin bir parçası olmayı reddeden büyük bir seyirci kitlesiyle beraber yaşıyoruz. Adeta sahnede durması gerekirken perdenin arkasında kalan, ama izlediği her şeye dair kendini uzman ilan eden bir topluluk. Belki de asıl kurulu düzen, yerinden kımıldamadan her konuda sözü olan, fakat hiçbir şekilde harekete geçmeyen bu seyircilerin zihinlerinde gizlidir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Ölü Zaman (Yaşamaya Dair) - Mesut Akça
10.03.2025 13:54
Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin y
Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adet
Yaşlı reisin; biri siyah biri beyaz iki köpeği vardı ve sürekli kavga halindeydiler. Torunu yanına yaklaştı. “Niye kavga ediyorlar?” diye sordu. Dedesi : “Onlar benim için iki simgedir evlat. Birisi iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi. İç dünyamızda şu gördüğün köpekler gibi iyilik ve kötülük sürekli
Geçmişten günümüze otoriter rejimlerin demokrasiyi bir maskeden öteye geçemeyen bir araç olarak kullanma eğiliminde olduğuna defalarca tanıklık edilmiştir. Bu tür rejimlerde alınan kararlar, demokratik prosedürlerle üzeri süslenmiş olsa da, temelde mevcut iktidarın meşruiyetini pekiştirmek ve otorit
Sadi Şirazi'nin söylediği gibi, “mesele sadece cehaletle bitmiyor; asıl sıkıntı, bilmediğimizi fark edememek ve bilgisizliğimizi bilgelik zannetmektir.” Cevizin içinde yaşayan bir kurt gibiyiz. Oranın küçük, dar ancak güvenli dünyasında huzurlu hisseder, kendimizi yeterli ve tatmin olmuş bir halde b
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
BursaMuhalif.com
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mesut Akça
“Ama benı̇m kurulu düzenı̇m var”
Kurulu düzenim olmazsa gör bak neler yapardım. Herkesin hikâye böyle başlıyor. Kurulu düzen... Ah “Kurulu düzenim var işte bi olmasaydı da gör...” cümlenin devamı genellikle belirsizlikle, rüyalarla, tahayyül edebildiğin ölçüde bilinmezlikle biter. Yoksa ne? Ne yapardın? Dünyayı mı değiştirirdin, yoksa sadece apartmandaki kedileri mi beslerdin, evindeki çiçekleri mi sulardın? Yine de “Yoksa çok bir halt edeceğe benzemiyorsun,” demek ayıp olur diye gülüp geçiyoruz. Ama gülümsemenin ardında çoğu zaman derin bir sitem gizliyoruz. İnsanların ahmaklığını ikiyüzlülüğünü açığa vurmaktan imtina ederek iyilik yaptığımızı mı düşünüyoruz.
Bir de şu meşhur laf var: “Lafla peynir gemisi yürümez,” derler, Kurulu düzenden dediğimiz şey de sahip olduğun konfor alanından çıkmak demektir. O alan ki, içinde kaybedilecek çok şey vardır: statü, huzur, konum... Haliyle elini taşın altına koymak pek cazip gelmez. Onun yerine, sabır, şükür, tevekkül güzellemeleriyle hayata anlam katılır(!). Eleştir, homurdan, kınama mertebesine ulaş ve “ben demiştim” konforuyla gününü tamamla. Ooohh! Ne güzell her şeyden sıyrılabilmenin en basit ve masrafsız çözümü: "Kurulu düzenim var canımmmmm."
Özellikle Avrupa yakasından gelen bu sesler içte de çokça söylenir oldu. Hani memlekete kilometrelerce uzaktan methiyeler düzen, “Siz kıymetini bilin gari, biz bilemedik,” diyerek ekran karşısında timsah gözyaşları dökenler. Gerçek şu ki, bazı insanlar için sorumluluk hep başkalarının işi. Yardım mı edilecek? Birileri mutlaka çıkar. Çözüm mü bulunacak? Mutlaka birileri uğraşsın. Kendisi? O zaten olup biteni uzaktan izleyen bir modern çağ filozofudur. Çayını içerken her şeyi değerlendirir ama asla kalkıp bir çöpü yerden almaz. Çünkü “kurulu düzeni” vardır.
Ama unuttuğumuz bir şey var: Eğer herkes sadece düzenini korumakla meşgulse, hiçbir düzensizlik düzelmez. Ve bazen en büyük konfor, hiçbir şey yapmadan rahatça şikâyet edebilme özgürlüğüdür. Kıymetli olan eleştirmekten çok düzeltmeye katkı sunmakla olmaz mı? Bir tuğla koymadan duvara kızılmaz. Yardım eli uzatmadan sistem yerilmez. Çünkü en sessiz iş birlikçiler, hiçbir şey yapmadan her şeye alışanlardır. Ve en büyük çürüme, işte tam da o alışkanlıkla başlar. Bu “kurulu düzen” bahanesi sadece bireyin konfor alanına değil, vicdanına da kalkan oluyor. Yani sadece bedeni değil, ruhu da koltukta oturuyor. Hayatın karşısında pozisyon almak yerine, uzaktan izlemeyi seçiyor. Hani “dış ses” olur ya belgesellerde, işte onun gibi... Her şeyi bilir, yorumlar, ama hiçbir sahnede rol almaz. Çünkü sahne biliniyor ki sahnede olmak, başrolde olmak terletir.
O yüzden sevgili “kurulu düzen” sahiplerinin biraz da düzensizliğe dokunması gerekmez mi? Bunu lafla peynir gemisini yürütmekle yapmaktan ziyade yorulmalı, terlemeli, taşın altına elini koymalı. Belki o zaman, lafla değil, emekle bir şeyler değişebilir. En azından keşke yapsaydım demektense yaptım olmadı, demenin konforunu yaşar.
Bir de bizim bu “bir şeyler yapıyormuş gibi konuşup yeri göğü inleten cenahın en güçlü yeteneği, yükü başkasının omzuna indirmekteki ustalığıdır. Yardıma mı ihtiyaç var? “Devlet el atsın.” Haksızlık mı var? “Avukatlar ilgilensin.” Çocuklar yoksulluk mu çekiyor? “Aile Bakanlığı görsün.” Her şeyin bir sahibi vardır, bir tek kendisinin dışında... O sadece seyircidir, ama kendini her zaman yönetmen sanır. Hem eleştirmen hem yönetmen koltuğunu da boş bırakmaz. Çoğu zaman ununu elemiş eleğini asmıştır. Bu tipler, duyar ama duymaz gibi yapar. Yardım eder gibi yapıp sadece nasihat verir: “Allah sabır versin, Rabbim yardımcın olsun...” Bu sözlerin içi, evet çok güzel süslenmiştir; ama içeriği bomboştur. Çünkü o cümlelerin ardından gelen somut hiçbir şey yoktur. Ne bir katkı, ne bir çözüm, ne bir çaba. Hani derler ya “Konuşmak kolay,” işte bu tayfa, bu sözün vücut bulmuş halidir.
İroninin tam da burada başlar; bu insanlar, dünyayı değiştirme hayalini kurmazlar ama değiştirmeyene laf etmeyi kendilerine görev bilirler. Yani bir şey yapılmadığı için eleştirirler ama kendileri de yapmazlar. Kısacası, çorbaya tuz atmaz ama "bu çorbanın tuzu niye az?" diye yakınırlar. Hele yurt dışı kartvizitleri olanlar Avrupa’da üç gün kalmış ama memlekete dönünce “Biz Avrupa’da böyle yaparız, biz orada çözüme odaklanırız” diye anlatmaya başlar. Güya orada duyduğu bir çevre duyarlılığı, insan hakları, hak-hukuk ve ahlaki değerler memlekete gelince dilinden düşmez.
Evet, neredeyse herkesin kendine özel bir yaşam alanı ve konfor anlayışı vardır. Bu alanlar kişisel zevklere ve değerlere göre şekillenmiş olsa da, çoğu zaman dışarıdan ne dikkat çeker ne de ciddi bir sorguya tabi tutulur. Beğenip beğenmememiz ya da memnun kalıp kalmamamız bu durumun değişmesini pek sağlamaz. Hele ki hayatın ağırlığını geride bırakmış, "ununu elemiş eleğini asmış," toplumsal meselelerden elini eteğini çekmiş, sadece ekran karşısından kendi doğrularını yüksek perdeden dillendiren ve düzenlerini bu pasif konfor üzerine kurmuş yarım burjuvalar için bu alan dokunulmazdır.
Kendi içine kapanarak çevresel etkilerden izole olmayı bir tür korunma yöntemi olarak benimseyen bu kesim, kutsal sayılan değerlere karşı kaygan ve belirsiz bir tavır sergiler. Bu tutum, bu değerlerin zarar görmemesine yönelik bir hassasiyet göstermektense, adeta onları kendi bireysel çıkarlarının ardından ikinci plana atar. Asıl sorun ise, bu bireysel yaklaşımın insan olmanın getirdiği sorumlulukları ve sosyal bilinç düzeyini gölgede bırakmasıdır. Çünkü buradaki mesele sadece bu tutumun sorgulanması ya da değiştirilmesi değildir; mesele, bu bakış açısının insanlık, adalet, hak ve barış gibi temel kavramların üstüne çıkmayı başarmasıdır.
Bugün etrafımızda, değişim isteyen ancak bu değişimin bir parçası olmayı reddeden büyük bir seyirci kitlesiyle beraber yaşıyoruz. Adeta sahnede durması gerekirken perdenin arkasında kalan, ama izlediği her şeye dair kendini uzman ilan eden bir topluluk. Belki de asıl kurulu düzen, yerinden kımıldamadan her konuda sözü olan, fakat hiçbir şekilde harekete geçmeyen bu seyircilerin zihinlerinde gizlidir.
Ölü Zaman (Yaşamaya Dair) - Mesut Akça
10.03.2025 13:54Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin y
Kürtçem benim ses bayrağım - Mesut Akça
16.03.2025 14:00Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adet
Zübük demokrasi - Mesut Akça
23.03.2025 18:47Yaşlı reisin; biri siyah biri beyaz iki köpeği vardı ve sürekli kavga halindeydiler. Torunu yanına yaklaştı. “Niye kavga ediyorlar?” diye sordu. Dedesi : “Onlar benim için iki simgedir evlat. Birisi iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi. İç dünyamızda şu gördüğün köpekler gibi iyilik ve kötülük sürekli
Demokratik dikta
31.03.2025 16:43Geçmişten günümüze otoriter rejimlerin demokrasiyi bir maskeden öteye geçemeyen bir araç olarak kullanma eğiliminde olduğuna defalarca tanıklık edilmiştir. Bu tür rejimlerde alınan kararlar, demokratik prosedürlerle üzeri süslenmiş olsa da, temelde mevcut iktidarın meşruiyetini pekiştirmek ve otorit
Cevizin içi - Mesut Akça
08.04.2025 22:15Sadi Şirazi'nin söylediği gibi, “mesele sadece cehaletle bitmiyor; asıl sıkıntı, bilmediğimizi fark edememek ve bilgisizliğimizi bilgelik zannetmektir.” Cevizin içinde yaşayan bir kurt gibiyiz. Oranın küçük, dar ancak güvenli dünyasında huzurlu hisseder, kendimizi yeterli ve tatmin olmuş bir halde b