Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Ölü Zaman (Yaşamaya Dair) - Mesut Akça

Yazının Giriş Tarihi: 10.03.2025 13:54
Yazının Güncellenme Tarihi: 10.03.2025 14:03

Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin yakalamak için çaba sarf ettiği mutlu anların toplamıdır. Temel ihtiyaçların giderilmesi noktasında sarf ettiğimiz enerji ve zamanı ise mutluluğumuzun bir parçası mı yoksa dayatılmış bir zorbalık olarak mı görmeliyiz?

Hayat dediğimiz şey genellikle "olan" ile "olması gereken" arasındaki ince çizgide şekillenir. Mutluluk, ya yaşadığımız ya da ulaşmak için çaba gösterdiğimiz anların toplamında kendine yer bulur. İşin içine matematiksel bir bakış açısı kattığımızda, hayatımızın büyük bir kısmını var olma ve ayakta kalma mücadelesine harcadığımızı fark ederiz. Bu süreç, çoğu zaman özgür irademizin dışında, zorunlu kurallarla, dayatılmış çaresizliklerle geçirilir. Her ne kadar gerçek mutluluk getirmese de, bu durumlar bize mutlulukmuş gibi algılatılmaya alışılmış bir düzenden ibarettir.

"Hayatını yaşamak" ifadesini duyduğumuzda, bu sözün anlamını nasıl doldurduğumuzu sorgulamak büyük önem taşır. Bu sorgulama, aslında hayatı ne kadar "yaşadığımızın" yanıtını bulmamıza yardımcı olabilir. Bana göre, gerçekten "hayatımı yaşıyorum" diyebilmek, tümüyle kişisel olarak gerçekleştirebildiklerimizi ve istediğimiz gibi yönlendirebildiğimiz anları kapsar. Geriye kalan zaman ise sadece bir zorunluluklar bütünü olarak değerlendirilebilir. Örneğin, uykuda geçen süreyi genellikle "hayatı yaşamak" olarak düşünmeyiz ve bu süreyi daha çok "ölü zaman" olarak tanımlarız; aynı şekilde, uyanık geçirilen zamanların bir kısmı da yalnızca hayatta kalma gereklilikleri doğrultusunda harcanan zorunlu vakitlerden oluşur. Bu zorunlu anları "yaşıyoruz" olarak adlandırmak veya hayatın bir parçası saymak pek de mantıklı görünmez.

Hayat, temel ihtiyaçlarımızı karşılamanın ötesine geçip, kendimize ait bir dünya kurabildiğimizde gerçekten anlam kazanır. Dünyanın yüklerinden arındığımız, havayı soluduğumuzda, suyu içtiğimizde ve güneşi hissettiğimizde her zamankinden daha büyük bir mutluluk duyduğumuz anlarda saklıdır. Özgürce sevdiğimiz şeylerle ilgilenmek, bu anları daha da özel kılar. Ancak toplumun dayattığı yaşam anlayışı, bizi bu derinlikten uzaklaştırır; korkular üzerinden en kötü senaryoyu gösterip kötünün kabullenilmesini sağlar ve sahte bir mutluluk hissi yaratır. Bu çarpık anlayışta, kötünün az olanını kabullenmek takdir görür hale gelir.

Eğer günümüzü evimizde huzur içinde geçiriyor, televizyon karşısında dinlenerek bitiriyor ve ne bir sağlık sorunu ne de savaşın ortasında bir yaşam yaşıyorsak, bu durumun "zaten harika bir hayat" olarak tanımlandığı bir anlayış toplumda yaygınlaşmış durumda. Ancak bu görüş, yalnızca bireysel bir algı olmaktan öteye geçerek dini ve ideolojik söylemlerle daha da kökleşiyor. "Şükretmek" ve "sabretmek" gibi değerli kavramların yer aldığı bu söylem, yaşamın zorluklarına boyun eğmeyi yücelten bir anlam kazanıyor. Ne var ki bu terimlerin, zorluklar ve yoksullukla yoğrulmuş bir yaşam biçimini olağanlaştırma amacı taşıdığı gerçeği göz ardı edilemeyecek kadar ortada.

Bu söylemler, sermaye kesimi ve bazı din tüccarları tarafından kutsanmış kavramlar olarak öne çıkmakta, ancak ironik bir şekilde bizzat onlar için geçerli olmaz. Sonuçta sabretmek ya da şükretmek kimi zaman da haksızlıkları, usulsüzlükleri, zorbalıkları, dayatmaları görmezden gelmek; talanı ve emek sömürüsünü kabul etmek ya da hak arayışını sınırlamak için kullanılan araçlara dönüşebilir. Bu tür söylemler bireylerin yaşamdan alabilecekleri keyfi ve mutluluğu ellerinden almaya, bir nevi olan bitene sessiz kalıp uyum sağlamaya zorlar hale getirebilir.

Günümüzde çıkar ilişkilerinin, masum bir yüzün ardına gizlenip karmaşık yapılar halinde karşımıza çıkması oldukça tanıdık bir durum haline geldi. Bu yapılar öyle incelikle tasarlanıyor ki, çoğu zaman yalnızca yaratıcısı olan uzmanlar tarafından tam anlamıyla anlaşılabiliyor ve yönetilebiliyor. Belki de insanlık tarihindeki en büyük sorunlardan biri, bireylerin birbirlerini tam anlamıyla tanıyamaması. Peki ya bir an için hayal edelim: Ya hepimizin bir "kullanım kılavuzu" olsaydı? Bu fikir kulağa alışılmadık gelebilir, ama bir düşünün. İnsanların birbirini tanımasını, anlamasını ve ilişkilerini daha verimli hale getirmesini sağlayacak bir "kılavuz" hayatımızdaki birçok bilinmeyeni çözebilir miydi? Belki de karmaşıklık yerine anlayış ve empatiyi öncelik haline getiren bir dünyaya adım atmamıza yardım ederdi.

Aynı model olsa da her birey, büyük ölçüde deneme yanılma yöntemleri, keşif süreçleri, uzun araştırmalar ya da doğrudan deneyimlerle kendi kullanma kılavuzunu oluşturmak zorunda kalıyor. Çünkü her şeyin temelinde bir tanımlama yatıyor: Bu nedir, ne işe yarar? Nerede ve nasıl kullanılır? Olası yan etkileri ya da sınırları var mıdır? Yanıtsız kalan sorular, çözümsüz durumlar hele de belirsizliğin insanların duygu ve düşünce dünyasını ne kadar tükettiğini, meşgul ettiğini fark ettiniz mi?

Öyle ki prensiplerimizi, karakterimizi, vizyonumuzu kısaca hayatımızı oluşturan köşe taşlarını görünür kılmadıkça hep muallakta kalırız. Bu durumda dış dünyadaki insanların bizi tanımasını ve anlamasını zorlaşır. Eğer kendimizi değerlerimizi karşı tarafa aktaramazsak, onların bizi kendi algılarıyla yorumlamasına razı gelmek zorunda kalırız. Bu ise maalesef bizi her türlü manipülasyona ve tehlikelere açık hale getirir. Eeee, atalar ne demiş; "için dışın bir olsun be kardeşim."

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.