“İyi bir üniversite kazanamazsan, iyi bir geleceğin olmaz.” Demişlerdi hep, büyürken bizim neslimize. Bir jenerasyon için üniversite eğitimi, sınıf atlamanın bir yoluydu. Cumhuriyetin alametifarikası olarak; yoksul bir aile çocuğu da olsanız, varsıl bir ailenin çocuğu da olsanız fark etmez, iyi bir tahsille; ailenizden sosyal statü ve ekonomik açıdan daha ileri gidebiliyordunuz. Bu durum böyle 2010’lara kadar bir bakıma devam etti demek hatalı olmaz.
Ancak 2010’lardan sonra ciddi bir kırılma yaşandı. Hızlı bir şekilde artan üniversite sayısı, hızla türeyen özel üniversiteler, -ki bunların bir kısmını halk arasında “apartman üniversitesi” tabir edildi- arz talep dengesini ciddi anlamda bozdu. Bugün Türkiye’de 208 üniversite bulunuyor. Bu üniversitelerin 129’u devlet üniversitesiyken; 75’i vakıf üniversitesi ve 4’ü ise vakıf meslek yüksekokulu. Kamuoyunda üniversite sayısının artışı çok olumlu karşılanıyordu. “Herkes kendi kentinde üniversiteye gidebilecek, herkes üniversite mezunu olacak” deniyordu. İşte arz talep dengesi de tam olarak burada bozulmuştu.
Üniversite sayısının artışı, akademik personel ihtiyacını da bu bağlamda artırmış; nitelikten ziyade nicel bir tutumla kadro doldurma ihtiyacı baş göstermişti. Özellikle sosyal bilimler gibi, mezun olunduğunda formel bir meslek kazanamadığınız bölüm mezunları, şu an yürürlükte olmaya ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı) gibi uygulamalarla, lisans eğitimlerini tamamlar tamamlamaz asistan olabiliyorlardı. Çünkü, “akademisyen olmak”, daha formel görünüyordu. Aksi halde ya işsiz kalacak ya da alan dışında işlerde çalışmaları gerekecekti. Dahası, bir sene önce sıra arkadaşınız olan kişi, bir sene sonra girdiğiniz bir sınavda gözetmeniniz ya da öğrenci danışmanınız olabiliyordu. Bu durum akademinin temel teamülüne ciddi anlamda aykırı bir durum oluşturuyordu.
Bir diğer önemli problem ise ÖYP programıyla asistan olan bazı akademisyen adayları; kendilerine verilen görev yerlerine gitmek istemiyor, mümkün olursa; mezun oldukları okullarda bir biçimde kalmaya, düzenlerini bozmamaya çalışıyorlardı. Ancak programın amacı, akademisyen açığını hızlı bir şekilde doldurmak olmasından dolayı; bu durum da programın amacına hizmet edememesine ve bununla birlikte genel bir gerilimin doğmasına sebep oluyordu. Süreç sonunda bir biçimde yargıya taşınmış ve nihayetinde ÖYP programının kaldırılmasıyla sonuçlanmıştı.
Üniversitelerin bu kadar artması, üniversite mezunu sayısını da otomatik olarak artırmıştı. Akademik personelin bu hızda, gerekli niteliklere erişemeden sahaya çıkmaları ile birleşince, üniversiteler de niteliğini, bununla birlikte üniversite diplomaları da önemini yitirmeye başlamıştı. Durumu iktisadi açıdan ele alacak olursak; nitelikli işgücü arz-talep dengesi de bozulmuştu. Çünkü iş dünyasının sektör fark etmeksizin kapasitesi ve ihtiyaçları bellidir. Fazla işgücüne ihtiyaç olmayan alanlarda fazla mezuniyet; maaş dengesini bozmakta ve istihdam kapasitesini aştığı için işsizlik sorununu doğurmakta; asıl işgücü ihtiyacı duyulan alanlar ise boş kalmakta.
Buna ilginç bir örnek vermek isterim. Tarımla uğraşanlar bilir, bir sezonda çoğunluk örneğin domates ekerse, domates fiyatları düşer, kârlılık azalır ve o sene -yine örneğin- biber ekenler daha yüksek fiyattan ürünlerini satar ve sezonu daha yüksek kârla kapatırlar. Tabi durumu gören çiftçiler sonraki sezon için biber ekerler. Bu sefer de arz fazlasından ötürü biberin kârlılığı azalır ve domates ekenler kâr ederler. Bu ilginç bir döngü olmakla beraber eğitimde de bu durum tam anlamıyla geçerlidir. Bir dönem bir meslek ya da üniversite bölümü popüler olur, o alanda ihtiyaçtan fazla öğrenci yetişir ve mezun olur. Böylece bir süre sonra o bölümün mezunları için işsizlik artmaya başlar. En yakın zamanda yaşadığımız örneklerden biri yazılım sektörüdür dersek yanlış olmaz. Yazılım gelişiyor, yetişmiş yazılımcılar, bilgisayar programcıları lâzım derken; bugün, asgari ücret ya da asgari ücretin biraz üstü maaşlarla çalışan yazılımcılara şahit olduk. Aslında yakın geçmişe kadar yazılımcılar (bilgisayar programcıları daha doğrusu IT sektörü çalışanları diyelim), en ciddi maaşı alanlardı. Daha da acısı, bugün, “gönüllü” çalışacak yazılımcılar arayan firmalar var.
Eğitim ihtiyaca göre olmalı. Ancak biz bir furyaya kapılıp bir plan olmaksızın gençlerimizi “‘falanca’ mesleği yapanlar şöyle para kazanıyor, böyle avantajlı…” gibi motivasyonlarla yönlendirirsek bu nereye gider? Bu durumda işsiz gençlerimizi, “tembellik” ile itham edebilir miyiz?
İhtiyaç fazlası bölümlerden biri de, içinde felsefe bölümünü de içeren sosyal bilimler. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar fazla sosyal bilim mezununa ihtiyaç yok. Peki üniversiteyi bitirdikten sonra sosyal bilimciler ne yapacaklar? Kendi alanımdan yine örnek vermem gerekirse, özel kurumlarda “Rehber Öğretmenlik” yapabilirler. Peki o zaman neden PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) adında bölümler var? Nedeni açık, felsefe mezunları, hem “rehberlik” öğretmenliği hem de lise düzeyinde “Felsefe”, “Sosyoloji”, “Psikoloji” öğretmenliği yapabiliyorlar diye. Yani kısaca, kârlılık… Yine bu kurumlar, aynı şekilde üniversite hayalleri ile öğrencilerden ciddi ücretler talep ediyorlar. Etsinler de… Ya da sosyoloji mezunları “İnsan Kaynakları Uzmanı” olarak çalışabiliyorlar. O halde neden insan kaynakları ve yönetimi adında bir bölüm var? Ancak resmi önümüze aldığımızda, size de bana geldiği kadar tuhaf gelmiyor mu merak ediyorum.
Bir diğer hatalı algı da üniversiteye meslek kazanmak için gidilmesi. Prensip olarak üniversitelerin meslek vermek gibi bir misyonu yoktur, olmamalıdır. İnsanlar mesleklerini edinirler. Biyoloji mezunu biri, biyoloji öğrenmiş sıradan bir yurttaştır, hukuk fakültesi bitiren, hukuk öğrenmiş sıradan bir yurttaştır. Bu temel üniversite basamağını geçtikten sonra insanlar mesleklerini edinmeliler. Sulandırmak istemem ama zaten üniversiteler meslek veren yüksekokullarsa, meslek yüksekokullarının adının anlamı nedir? Hep ironik gelmiştir.
Öte yandan, üniversite mezunu gençlerimiz, kendi alanlarında iş bulamayınca, niteliklerine uygun olmayan işler yapmaya mahkûm ediliyorlar. Bunu reddedenleri de, “Gençler iş beğenmiyor, tembeller” diye yaftalayarak, sorunu mis gibi çözüyoruz. Üniversiteye giremeyen ya da tıp, hukuk ya da mühendislik gibi bölümlere giremeyen gençler? Onları da ya “tembellik”le ya da “aptallık”la itham ediyoruz. “Çalışsa doktor olurdu”, “Kafasız, mühendis olamadı” diyoruz. Bu baskıyı yaparken de gençlerimizin becerileri, kapasiteleri, hayalleri, kaygıları ya da mutluluklarıyla ilgilenmiyoruz. Bunların hepsini geçtim, ülkemizin işgücü ihtiyacını bile önemsemiyoruz. Bizim ustalara, çıraklara, inşaat işçilerine, ressamlara, marangozlara, müzisyenlere, şoförlere, çiftçilere, teknikerlere de ihtiyacımız yok mu? Ama kategorizasyon ve vitrin merakımız var. Birisi doktor ise daha kıymetli gibi. Peki o zaman birinin emeğini diğerinden daha kutsal yapan nedir? Oysa bir doktorun ameliyathaneye girmesi için önce o hastaneyi yapan inşaat işçisinin, o malzemeyi üreten işçinin, o doktoru yetiştiren öğretmenin emeği gerekir.
Vitrin merakımız, nasıl göründüğümüz… Herkes üniversite mezunu olmak zorunda mı? Bizim değerimizi belirleyen üniversite mezuniyetimiz mi? “Havalı” ya da “Statülü” üniversite bölümlerini okumuş olmak bizi daha mı değerli kılar? Benim bütün bunlara cevabım hayır. Gençlerimiz tembel de değil, ancak terazinin dengesi de bir miktar şaşmış durumda. Belki bunun bir çıkışı vardır. Onu da haftaya konuşuruz.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Onur Egemen
Tembellik: Üniversite endüstrisi
“İyi bir üniversite kazanamazsan, iyi bir geleceğin olmaz.” Demişlerdi hep, büyürken bizim neslimize. Bir jenerasyon için üniversite eğitimi, sınıf atlamanın bir yoluydu. Cumhuriyetin alametifarikası olarak; yoksul bir aile çocuğu da olsanız, varsıl bir ailenin çocuğu da olsanız fark etmez, iyi bir tahsille; ailenizden sosyal statü ve ekonomik açıdan daha ileri gidebiliyordunuz. Bu durum böyle 2010’lara kadar bir bakıma devam etti demek hatalı olmaz.
Ancak 2010’lardan sonra ciddi bir kırılma yaşandı. Hızlı bir şekilde artan üniversite sayısı, hızla türeyen özel üniversiteler, -ki bunların bir kısmını halk arasında “apartman üniversitesi” tabir edildi- arz talep dengesini ciddi anlamda bozdu. Bugün Türkiye’de 208 üniversite bulunuyor. Bu üniversitelerin 129’u devlet üniversitesiyken; 75’i vakıf üniversitesi ve 4’ü ise vakıf meslek yüksekokulu. Kamuoyunda üniversite sayısının artışı çok olumlu karşılanıyordu. “Herkes kendi kentinde üniversiteye gidebilecek, herkes üniversite mezunu olacak” deniyordu. İşte arz talep dengesi de tam olarak burada bozulmuştu.
Üniversite sayısının artışı, akademik personel ihtiyacını da bu bağlamda artırmış; nitelikten ziyade nicel bir tutumla kadro doldurma ihtiyacı baş göstermişti. Özellikle sosyal bilimler gibi, mezun olunduğunda formel bir meslek kazanamadığınız bölüm mezunları, şu an yürürlükte olmaya ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı) gibi uygulamalarla, lisans eğitimlerini tamamlar tamamlamaz asistan olabiliyorlardı. Çünkü, “akademisyen olmak”, daha formel görünüyordu. Aksi halde ya işsiz kalacak ya da alan dışında işlerde çalışmaları gerekecekti. Dahası, bir sene önce sıra arkadaşınız olan kişi, bir sene sonra girdiğiniz bir sınavda gözetmeniniz ya da öğrenci danışmanınız olabiliyordu. Bu durum akademinin temel teamülüne ciddi anlamda aykırı bir durum oluşturuyordu.
Bir diğer önemli problem ise ÖYP programıyla asistan olan bazı akademisyen adayları; kendilerine verilen görev yerlerine gitmek istemiyor, mümkün olursa; mezun oldukları okullarda bir biçimde kalmaya, düzenlerini bozmamaya çalışıyorlardı. Ancak programın amacı, akademisyen açığını hızlı bir şekilde doldurmak olmasından dolayı; bu durum da programın amacına hizmet edememesine ve bununla birlikte genel bir gerilimin doğmasına sebep oluyordu. Süreç sonunda bir biçimde yargıya taşınmış ve nihayetinde ÖYP programının kaldırılmasıyla sonuçlanmıştı.
Üniversitelerin bu kadar artması, üniversite mezunu sayısını da otomatik olarak artırmıştı. Akademik personelin bu hızda, gerekli niteliklere erişemeden sahaya çıkmaları ile birleşince, üniversiteler de niteliğini, bununla birlikte üniversite diplomaları da önemini yitirmeye başlamıştı. Durumu iktisadi açıdan ele alacak olursak; nitelikli işgücü arz-talep dengesi de bozulmuştu. Çünkü iş dünyasının sektör fark etmeksizin kapasitesi ve ihtiyaçları bellidir. Fazla işgücüne ihtiyaç olmayan alanlarda fazla mezuniyet; maaş dengesini bozmakta ve istihdam kapasitesini aştığı için işsizlik sorununu doğurmakta; asıl işgücü ihtiyacı duyulan alanlar ise boş kalmakta.
Buna ilginç bir örnek vermek isterim. Tarımla uğraşanlar bilir, bir sezonda çoğunluk örneğin domates ekerse, domates fiyatları düşer, kârlılık azalır ve o sene -yine örneğin- biber ekenler daha yüksek fiyattan ürünlerini satar ve sezonu daha yüksek kârla kapatırlar. Tabi durumu gören çiftçiler sonraki sezon için biber ekerler. Bu sefer de arz fazlasından ötürü biberin kârlılığı azalır ve domates ekenler kâr ederler. Bu ilginç bir döngü olmakla beraber eğitimde de bu durum tam anlamıyla geçerlidir. Bir dönem bir meslek ya da üniversite bölümü popüler olur, o alanda ihtiyaçtan fazla öğrenci yetişir ve mezun olur. Böylece bir süre sonra o bölümün mezunları için işsizlik artmaya başlar. En yakın zamanda yaşadığımız örneklerden biri yazılım sektörüdür dersek yanlış olmaz. Yazılım gelişiyor, yetişmiş yazılımcılar, bilgisayar programcıları lâzım derken; bugün, asgari ücret ya da asgari ücretin biraz üstü maaşlarla çalışan yazılımcılara şahit olduk. Aslında yakın geçmişe kadar yazılımcılar (bilgisayar programcıları daha doğrusu IT sektörü çalışanları diyelim), en ciddi maaşı alanlardı. Daha da acısı, bugün, “gönüllü” çalışacak yazılımcılar arayan firmalar var.
Eğitim ihtiyaca göre olmalı. Ancak biz bir furyaya kapılıp bir plan olmaksızın gençlerimizi “‘falanca’ mesleği yapanlar şöyle para kazanıyor, böyle avantajlı…” gibi motivasyonlarla yönlendirirsek bu nereye gider? Bu durumda işsiz gençlerimizi, “tembellik” ile itham edebilir miyiz?
İhtiyaç fazlası bölümlerden biri de, içinde felsefe bölümünü de içeren sosyal bilimler. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar fazla sosyal bilim mezununa ihtiyaç yok. Peki üniversiteyi bitirdikten sonra sosyal bilimciler ne yapacaklar? Kendi alanımdan yine örnek vermem gerekirse, özel kurumlarda “Rehber Öğretmenlik” yapabilirler. Peki o zaman neden PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) adında bölümler var? Nedeni açık, felsefe mezunları, hem “rehberlik” öğretmenliği hem de lise düzeyinde “Felsefe”, “Sosyoloji”, “Psikoloji” öğretmenliği yapabiliyorlar diye. Yani kısaca, kârlılık… Yine bu kurumlar, aynı şekilde üniversite hayalleri ile öğrencilerden ciddi ücretler talep ediyorlar. Etsinler de… Ya da sosyoloji mezunları “İnsan Kaynakları Uzmanı” olarak çalışabiliyorlar. O halde neden insan kaynakları ve yönetimi adında bir bölüm var? Ancak resmi önümüze aldığımızda, size de bana geldiği kadar tuhaf gelmiyor mu merak ediyorum.
Bir diğer hatalı algı da üniversiteye meslek kazanmak için gidilmesi. Prensip olarak üniversitelerin meslek vermek gibi bir misyonu yoktur, olmamalıdır. İnsanlar mesleklerini edinirler. Biyoloji mezunu biri, biyoloji öğrenmiş sıradan bir yurttaştır, hukuk fakültesi bitiren, hukuk öğrenmiş sıradan bir yurttaştır. Bu temel üniversite basamağını geçtikten sonra insanlar mesleklerini edinmeliler. Sulandırmak istemem ama zaten üniversiteler meslek veren yüksekokullarsa, meslek yüksekokullarının adının anlamı nedir? Hep ironik gelmiştir.
Öte yandan, üniversite mezunu gençlerimiz, kendi alanlarında iş bulamayınca, niteliklerine uygun olmayan işler yapmaya mahkûm ediliyorlar. Bunu reddedenleri de, “Gençler iş beğenmiyor, tembeller” diye yaftalayarak, sorunu mis gibi çözüyoruz. Üniversiteye giremeyen ya da tıp, hukuk ya da mühendislik gibi bölümlere giremeyen gençler? Onları da ya “tembellik”le ya da “aptallık”la itham ediyoruz. “Çalışsa doktor olurdu”, “Kafasız, mühendis olamadı” diyoruz. Bu baskıyı yaparken de gençlerimizin becerileri, kapasiteleri, hayalleri, kaygıları ya da mutluluklarıyla ilgilenmiyoruz. Bunların hepsini geçtim, ülkemizin işgücü ihtiyacını bile önemsemiyoruz. Bizim ustalara, çıraklara, inşaat işçilerine, ressamlara, marangozlara, müzisyenlere, şoförlere, çiftçilere, teknikerlere de ihtiyacımız yok mu? Ama kategorizasyon ve vitrin merakımız var. Birisi doktor ise daha kıymetli gibi. Peki o zaman birinin emeğini diğerinden daha kutsal yapan nedir? Oysa bir doktorun ameliyathaneye girmesi için önce o hastaneyi yapan inşaat işçisinin, o malzemeyi üreten işçinin, o doktoru yetiştiren öğretmenin emeği gerekir.
Vitrin merakımız, nasıl göründüğümüz… Herkes üniversite mezunu olmak zorunda mı? Bizim değerimizi belirleyen üniversite mezuniyetimiz mi? “Havalı” ya da “Statülü” üniversite bölümlerini okumuş olmak bizi daha mı değerli kılar? Benim bütün bunlara cevabım hayır. Gençlerimiz tembel de değil, ancak terazinin dengesi de bir miktar şaşmış durumda. Belki bunun bir çıkışı vardır. Onu da haftaya konuşuruz.