Hava Durumu
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Sırrı Abe'nı̇n ardından - Mesut Akça

Yazının Giriş Tarihi: 05.05.2025 16:28
Yazının Güncellenme Tarihi: 05.05.2025 16:29

Ölüm, ne garip şey değil mi anne? Ahmet Kaya’dan dinledik Şafak Türküsü’nü; o, sürgünün sert ve merhametsiz kollarında kayboldu ve sesini bir daha ulaşamayacağımız uzak diyarlara bıraktı. Tıpkı Yılmaz Güney'in yaptığı gibi... Onun hikâyelerinde gurbeti, açlığı, sefaleti; ağasını, paşasını, puştunu gördük, yaşadık. Sahnesinden dahi korktuk gerçekliğimizin. O da bıraktı tüm hatırasını Paris’in özlem dolu, hüznün gölgesindeki sokaklarına.

Bilirsin anne, serttir Anadolu toprağı, güneşi kavruk yapar çocukları, nasırlı ellerle sevilir bebeler. Göz görmese de, sert bakışlar altında yatan şefkati ısıtır yürekleri. Kucaklar bağrı yansa da yedi düveli. Dayanıklıdır acıya, zulme direnir, bilir ki evlatları barışa güvercin olmuştur. Geceleri yıldız olup aydınlatır semayı. Biliyor musun anne, Sırrı Süreyya Abe’yi de uğurladık semaya.

Yanağımıza konan küçük gülümsememizi yitirdik onunla. Komik sahneler ardına saklamıştı acıyan yüreğini. Acılara, işkencelere, kelepçelere, göz altılara dahi gülüp geçti. İnanıyordu barışın güvercini konacak savaşın tepesine. Cezaevlerinde yazdığı senaryolarda açtı çiçekleri. Arıların bal yapacağına inandı her zaman. Yüreğinin yangını gülmeyi unutturmadı. Peki ya gülümsetmek hiç bu kadar kolay olur muydu sanırsınız o olmasaydı. Nasıl renk kattıysa kasvetli, soğuk, ikiyüzlü, donuk, boğucu, nezaket fakiri siyasetimize. Gökkuşağının yedi rengi bile onun kadar renklendirmedi koca, yaşlı, şişko dünyamızı. Biliyor musun anne, Sırrı Süreyya Abe de gündüzün güvercini gecenin yıldızı oldu.

Ölüm ne kadar garip şey değil mi anne? Hiç ölmeyecekmişiz gibi pervasızca harcayıp ölüme değer biçen bu düzen sence de garip değil mi? İnsanları yaşamları boyunca acılarla sınayıp, çaresizliğin tam ortasına itmek, sonra da yas tutarak anmak... Ucuz politikaların arkasına saklanmak sana da tuhaf geliyor değil mi anne?

Yaşar Kemal’i de böyle çok sevmiştik, hatırlıyorsun değil mi? Postunu yerden yere vurup astık duvarımıza. Oysa İnce Memed’in eşkıyalığında rahat uyumuştuk Çukurova’nın gariban ırgatlarıyla. Derin bir nefes almıştık dört ciltlik romanı okurken. Mehmet Uzun'u da okuduk soluksuz. O da sürgüne gitmedi mi Kürtçe romanlarının hatırına. Nazım Hikmet, Ahh Nazım! Kaç yılını dayadı zindanların soğuk duvarlarına sırtını. O da yaban toprağına taşımadı mı memleketine özlemini?

“Sen esirliğim ve hürriyetimsin
Çıplak bir yaz güneşi altında yanan etimsin Sen memleketimsin

Ela gözlerinde yeşil hareler Büyük mağrur ve muzaffer Erişilmedikçe erişilmeyecek olan Hasretimsin”

Ya Hrant Dink’i güvercin ürkekliğinde yaşatan biz değil miydik? Şimdi ise Selahattin, o bildik yolda sessiz adımlarla yürümüyor mu? Can Atalay da aynı hikâyenin başka bir yüzünde, karşımıza çıkan başka bir acının sahnesinde yer alıyor mu? Ama neden anne, neden böyle? Söylesene anne, yokluk nasıl değer katabilir varlığında olmadığı kadar. Musalla taşında susan, öfke kusan diller nerede şimdi. Gözlerinden ateş çıkanlar, hani o yumruk sıkan eller... Söyle anne, dövmeden de sevebilecek miyiz birbirimizi?

İnsanları yara almadan, kalplerini kırmadan ya da özgürlüklerini ellerinden almadan sevmeyi neden öğrenemiyoruz? Neden varlıklarını, bileklerine kelepçeler geçirip, soğuk zindanlarla tanıştırmadan ya da bedenlerini tüketmeden ve onları hasret dolu türküler söylemeye mahkûm bırakmadan kucaklamıyoruz? Söyle anne ne olur söyle vicdanları cenazelerde aklanmak sana da garip gelmiyor mu?

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.