Hava Durumu
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Öküzlük sendromu

Yazının Giriş Tarihi: 04.12.2025 12:14
Yazının Güncellenme Tarihi: 04.12.2025 12:15

Toplumda bazı insanlara kızdığımızda sıkça “öküz” benzetmesini yaparız; çünkü o davranış, kaba, düşüncesiz, empati yoksunu ve saygısızca gelir bize. Öküz olmak burada elbette hayvana hakaret için değil, insanlığını unutanlara yönelik bir aynadır. Çünkü öküz dediğin canlı; ne yalan söyler, ne ikiyüzlülük yapar, ne de bile bile zarar verir. Ama insan, çıkarı için yüzünü değiştirir, kırar, döker, küfreder, incitir, sonra da hiç olmamış gibi davranır. Öküz dediğin sabırlı hayvandır, ama “insan öküzlüğü” dediğimiz şey, çoğunlukla bencilce, kontrolsüz, kaba davranışların vücut bulmuş halidir.

Öküz benzetmesi cinsiyet ayrımı yapmaksızın nezaket dışı gerçekleşen davranışların toplamıdır. Bu ifade benzetmeyle birlikte bir farkındalık çağrısıdır. Farkında olup demeliyiz ki; kırıp döken, yıkıcı olan, çevresine zarar verip sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranan öküzlerle medeni bir ilişki kurulamaz. Demeliyiz ki; insan olmak sadece konuşmakla, yürümekle, giyinmekle değil; davranışla, edep ve ahlakla mümkündür. Demeliyiz çünkü bazılarına aynayı tutmanın başka bir yolu kalmamıştır. Bazen "öküz" demek, aslında "insan ol" demenin halk diliyle ifadesidir. Kaba geliyorsa bile, belki de ihtiyaç olan şey tam da bu sert ifadedir.

Toplumsal anlamda “Kabalık Devrimi” dediğimiz dönemler vardır. Normalleştirilir. Bu başladı mı bir kere, kimse durduramaz! Virüs gibi yayıldığı gibi mıknatıs gibi çeker de… Öküz, öküz olanı anında tanır; gözlerinden, yürüyüşünden, kahkaha atışındaki hoyratlıktan… Bu tayfa kibarlığa alerjik, saygıya düşmandır. Nezaket, onların lügatinde ezikliktir; mutlaka alay edilmelidir, küçümsenmeli, horlanmalıdır. Öküzler kulübü öyle bir dayanışma içindedir ki biri homurdandığında diğerleri anlar mevzuyu. “Gel birini ezelim, birbirimize, çevremize sövelim sayalım, bağıralım çağıralım, şöyle bir içimiz soğusun, rahatlasın!” mottosuyla yaşarlar.

İnsanın kendini küfürle, bağırmakla, şiddetle, kabalıkla, var ve kabul edilebilir görmesi ne kadar ahmakça değil mi? Hele de bunu saygı duyulması adına yapılıyor olması daha da acıdır. Korku yaratmak, zarar verme potansiyeli oluşturmak zayıf karakterlerin, bilgi yoksunu bireylerin ve cahil toplumların en çok kullandığı iletişim yoludur. Düşünmeden, hesapsızca, öfkenin pençesine kapılarak ya da alkole sığınarak uçuk tepkiler vermek gerçekten neyin göstergesidir? Acaba bu, sağlam bir duruşun işareti midir? Yoksa tam tersine öz güven eksikliğinin, korkaklığın ve zayıf karakterin göstergesi midir?

İnsan o yüce ve kutsal saydığımız evrenin anasını ağlatan varlık, yaşadığı her durumda kendini kontrol edebilme yetisine sahip olmalıdır, değil mi? Öfke veya çaresizlik anlarında bile sakin kalabilmek, kendi değerini bilmek, gerçek gücün işareti değil midir? Yoksa bu tür patlamalar, kişinin içindeki boşluğu ve çaresizliği mi yansıtır? Kendini tanımak ve kabullenmek, zayıf değil aksine en büyük cesaret değil midir? Peki, o zaman neden bazıları, kendini ifade etme biçimi olarak saldırganlığı, savunma mekanizması olarak da kontrolsüz öfkeyi seçer? Bu soruları aslında aynada kendimize bakmamız, nerede durduğumuzu sorgulamamız ve de cevaplamamız gerekmez mi?

Ne yazık ki, üzülerek ifade ediyorum, üçüncü sınıf birey ve toplumlarında kendini ifade etmenin yolu, nezaketten değil kabalıktan geçiyor. İnsan, sesini yükselttikçe “güçlü”, küfre başvurdukça “cesur”, tehditkârlaştıkça “saygı duyulası” biri sanılıyor. Ne büyük yanılgı! Çünkü küfürle, bağırmakla, şiddetle, zorbalıkla var olmaya çalışmak aslında yok olmanın “öküz” kabul edilmenin bir diğer biçimi değil midir? Bu tavır, ne özgüvenin ne zekânın ne de karakterin göstergesidir. Tam aksine, derin bir yetersizliğin ve kendine yabancılaşmanın dışavurumudur. Bilgiyle, akılla ve diyalogla kurulamayan ilişkiler, yerini korkuya ve sindirmeye bırakıyor. Bu da bireysel çürümenin toplumsal çürümeye dönüşmesinin en kestirme yolu olmaktadır.

Sosyal medya ve televizyonların da katkısıyla kabalık, artık sadece bireysel bir tutum değil, neredeyse bir toplumsal norm haline geldi. “Delikanlı adam küfreder” romantizmi, “erkek adam masaya yumruğunu vurur” efsanesi, erkek egemen yapıdan sıyrılıp artık çocukları, gençleri ve kadınları da sararak yaygınlaşmıştır. Bu durum yüzyıllardır şiddeti meşrulaştıran zihniyetlerin yeni bir yüzüdür. Oysa bağıran haklı olmaz, şiddete başvuran güçlü değildir. Sadece içini yönetemeyen, kendini ifade edemeyen, sevgisizlikle büyüyen bir figürdür aslında. Üstelik bu insanlar, bu halleriyle “saygı” bekler. Ne hazindir ki, “korkulmak” ile “saygı duyulmak” arasındaki fark ayırt edilemeyecek duruma gelmiştir.

Toplumsal olarak içselleştirdiğimiz bu kabalık, artık sadece sokakta değil, evde, okulda, iş yerinde, ekranlarda ve ekranlardan düşmeyen sözde kanaat önderlerinde de kendini gösteriyor. Kültürel yozlaşma dediğimiz şey bazen bir küfürle başlar. Sonra bağırmalar, sonra itmeler, sonra şiddetin normalleşmesi… Birey susar, toplum kabullenir. Herkes içten içe rahatsızdır ama “idare etme” kültürü devreye girer. Ve böylece çürüme sessiz ama derinden kök salar.

Artık arkadaşlıkta da evlilikte de kabalık, saygısızlık, düşüncesizlik o kadar normalleştirildi ki “samimiyet” kılıfına sarılarak meşrulaştırılıyor. İnsan bir şey söylemeye çekinse, hemen “amma da alıngan oldun” savunması hazır. Oysa mesele alınganlık değil, nezaket yoksunluğudur. Birbirinin kalbini kırmayı, patavatsızlık yapmayı, hoyratça konuşmayı doğallık sanıyor insanlar. Hele eşler arasında bu durum daha da garip bir hâl alıyor. “Yahu karı-koca arasında lafı mı olur?” deyip geçiyorlar, ama o laflar birikiyor, alışkanlık haline geliyor böylece içten içe çürütüyor ilişkileri. Dostluk desen de pek farklı değil; aynı ağzına geleni söylemek, sınır tanımamak marifet sayılıyor. Oysa sınır, insanlık gereğidir. Her şeyin bir ölçüsü vardır. Samimiyetin de. Kabalık, ne kadar ambalajlansa da hâlâ kabalıktır. İçimizden “Boktan(!) bir maskeyi samimiyet diye suratımıza sürmeye gerek yok. Bu yeni nesil kabalık modası, ne modernliktir, ne doğallık. Bildiğin saygısızlık, ukalalık, içi boş bir cüretkârlık. Ve buna tahammül etmek zorunda değiliz,” demek gelmiyor mu?

Psikolojik olarak bu durumun altında yatan temel duygu çoğu zaman değersizlik değil midir? İnsan, kendini yetersiz hissettikçe sesi yükselir, sevgisizlikle büyüdükçe zarar vermeyi hak sayar. Hâlbuki “sert olmak” ile “sağlam durmak” arasında büyük fark vardır. Gerçek sağlamlık, nezaketi kaybetmeden dik durabilmektir. Mevlânâ ne demişti: “Kabağın gövdesi kalındır ama içi boştur.” Oysa ahlaki zeminimiz, sesin tonuna değil, sözün içeriğine göre şekillenmeli. İnsan, ne dediğiyle değil nasıl dediğiyle de ölçülür. Ve bu ölçü, bir toplumun geleceğini belirler. Ne yazık ki efendilik, nezaket, tatlı dille çözüm üretme gibi hasletler, çoğu zaman “zayıflık” ya da “pasiflik” olarak algılanıyor. Hâlbuki gerçek güç, bağırmadan konuşabilmekte; öfkeye teslim olmadan derdini anlatabilmekte saklıdır. Kelimelerin sihri vardır, ama bunu fark etmek incelik ister, düşünme yetisi ister, hatta biraz da insanı insan yapan derinlikli bir farkındalık… Oysa çoğumuz kaba güce, sesin yüksekliğine, restleşmeye hayran kalıyoruz. Sanki karşımızdakine bağırdıkça haklı çıkacağız, sanki sesimiz bastırınca meseleyi çözeceğiz. Oysa susup düşünmeyi, kelimeleri seçerek konuşmayı, öfkenin yerine aklı koymayı öğrensek, belki bu kadar yorgun, bu kadar kırgın bir toplum olmayacağız.

Üstelik bireyler, çocukluktan itibaren ailede, okulda, öğretmenlerinden, büyüklerinden saygılı olmayı, empati kurmayı, tatlı dilin gücünü öğreniyor. Ama öğrenilen bu değerler, yetişkinliğe gelince bir anda havaya karışıyor. Özellikle büyüklerin, kendini geliştirmeye niyetli olmayan bireylerin sergilediği ergen tavırlar, öfke nöbetleri, empati yoksunluğu çocuklara kötü örnek oluyor. Kendi iç dünyasında dengesini kuramayan, sabrı öğrenememiş yetişkinler, toplumun genetik mirasında koca bir boşluk bırakıyor. Nezaket, sadece çocuklara öğretilmesi gereken bir meziyet değildir; asıl yetişkinlerin içselleştirmesi gereken bir yaşam biçimidir. Çünkü çocuk, en çok izleyerek öğrenir. Evde, okulda tatlı dille çözüm bulan bir anne-baba yoksa, öğretmeni bağırarak disiplini sağlıyorsa, o çocuk ileride “bağırarak haklı olunur” sanacaktır. Yani sorunun kaynağı, öğrenemeyen değil; öğrendiği hâlde uygulamayan yetişkinlerdir. Kabalığın alkışlandığı bir toplumda efendilik nasıl değer bulsun? Herkesin bir gün, belki yarın, belki de yarından da yakın bir zamanda kendisine bir cimdik atıp sessizce aynaya bakması gerekiyor. Gerçekten kimim, nasıl bir insanım, davranışlarım nasıl, ya konuşurken ki ses tonum, hangi kelimeleri seçiyorum, nasıl bir iz bırakıyorum ortamlarda bu hayatta?

Her an birilerine bağırarak, küfrederek, kırarak, ezerek var olmaya çalışmak gerçekten bir "varlık" mı, yoksa insanlıktan uzaklaşmanın maskelenmiş hâli mi? Kabalık dediğimiz şey, yalnızca bir üslup sorunu mu, yoksa içten içe çürümüşlüğün dışa vurumu mu? İnsan, nezaketi bir lüks gibi görüyorsa, düşünmeden konuşuyorsa, başkasını aşağılamayı kişilik göstergesi sanıyorsa… O zaman biz nasıl bir toplum oluyoruz? Kendimize şu soruyu sormalıyız: Kabalıkla, öfkeyle, hoyratlıkla dolu bir toplumda yaşamak gerçekten bizim tercihimiz mi? Yoksa alıştıkça uyuşuyor muyuz? Belki de artık en büyük cesaret aynaya dürüstçe bakmak ve kendimizi gerçekten sorgulamaktır.

Peki ya ben? Bu toplumun içinde yaşayan bir birey olarak ben ne yapıyorum? Sessiz kalıp olanı biteni sadece izliyor muyum, yoksa ben de kabalığın, hoyratlığın küçük bir halkası mıyım? Gün içinde sarf ettiğim her söz, gösterdiğim her tavır, sokakta yürürken, trafikte, markette sıra beklerken sergilediğim tutum... Bunlar gerçekten toplum denen bu büyük yapıya ne katıyor? Bir gülümsemeyle, sabırla, anlayışla bu yapının bir tuğlası olabilirken, öfkemle, kırıcı sözlerimle bir duvarını yıkıyor muyum acaba? Kendimize şu samimi soruyu sormalıyız: Bugün, çevreme ne verdim? Umut mu yaydım, yoksa huzursuzluk mu? Bir kelimeyle birini mutlu mu ettim, yoksa farkında olmadan yıktım mı? Belki de toplumu değiştirmek, en yakınımızdan ve kendimizden başlar…

Hani sıkça duyduğumuz kimi zaman da kullandığımız bir söz vardır, “İnsanlıktan nasibini almak” diye… İşte tam da bu noktada durup düşünmek gerekir. Çünkü insan olmak sadece nefes alıp vermekle, konuşmakla, yürümekle açıklanamaz. İnsanlık, bir erdem meselesidir; vicdanla, empatiyle, sabırla ve saygıyla yoğrulmuş bir haldir. Kabalık, şiddet, küfür ve tahammülsüzlükle yaşayan biri insanlık denilen o büyük değerden nasibini alamamıştır aslında. Zira insanlık; güç gösterisinde değil, gönül kazanmakta gizlidir. Birine bağırarak değil, onu anlamaya çalışarak büyürüz. Herkesin sesi yükseliyor olabilir ama insan olan sesinin tonuyla değil, sözünün değeriyle yankılanır. Bu yüzden insanlıktan nasibini almak, ahlaki ve toplumsal bir sorumluluktur. Yoksa yaşamakla, kılık kıyafetle, gezmekle tozmakla, yemek içmekle insan olunmuyor…

Öküzlüğü benimseyip yaşam tarzı haline getirenler için bundan vazgeçmek mümkün değildir. Yapılan eleştiriler karşısında çözüm yolu üretmek yerine çıkış yolu arayışını yine kendi çıkarı doğrultusunda ifade ederek reddederler. “Değişemiyorum, ne yapayım, beni böyle kabul edin” demek, dışarıdan ne kadar masum ve haklı bir talep gibi görünüyor. Oysa insan kendini değiştirmeyi reddedip çevresindekilere “beni böyle kabul edeceksiniz” dediğinde, bu bir anlayış çağrısından çok, karşısındakine bir dayatma değil midir? Bu, farkında olmadan ya da bilerek bir ezme biçimine, bir tahakküme dönüşmez mi? Hele ki karşıdaki insanı yıpratan, değersizleştiren, yoran bir tutum içeriyorsa… “Ben buyum” demek, sorumluluktan kaçışın en kolay kılıfı olabilir. Saygı görmek isterken saygı göstermemek, anlaşılmak isterken anlamaya çalışmamak, insan ilişkilerinde en sık rastlanan çıkmazlardan biridir. “Beni böyle kabul et” demek de, aslında “seni hiç dikkate almıyorum,” demenin kibarca söylenmiş hali değil midir? Oysa gerçek saygı, karşılıklı dönüşüm cesaretinde, birbirini zorlamadan, ezmeden gelişen bir anlayışta saklıdır.

Bu tavırların alt metnine bakınca, aslında söylenmek istenen çok açıktır, “Senin bir kıymetin yok benim gözümde. Sana değer vermiyorum. Çıkarım olmayan yerde nezaket de göstermem.” Özellikle bu tutum eşe, çocuğa, kardeşe, yani en yakınındaki insanlara yöneliyorsa daha da ağırdır, daha da yaralayıcıdır. Kabalık, bağırmak, aşağılamak bir iletişim biçimi değil; güç gösterisidir. “Güç bende, seni umursamıyorum,” demenin başka şeklidir. Hele hele evin içinde, çocukların gözü önünde küfür etmek, küçümsemek, bir bireyin kişiliğini yıkmakla eşdeğerdir. Bu davranışlar sessizce şu mesajı verir: “Benim saygım da sevgim de koşulludur. Faydan varsa var, yoksan yok.” Oysa en çok saygı ve nezaketi hak edenler, en yakınlarımız değil midir? Kiminle samimiysek ona kaba olmak neden normalleşti? Neden gücü, sevgiyi ezmeye, saygısızlığa dönüştürdük? Bu tutumların adı ‘aile içi iletişim’ değil, açık bir değersizleştirme biçimidir. Ve bu, insanın kendi ahlakıyla yüzleşmesi gereken derin bir çürümeye işaret eder.

Tüm bu kabalıkların, hoyratlıkların, saygısız davranışların ardından kişinin dışarıda bambaşka bir profil çiziyor olduğunu da görmekteyiz. Bu da ayrıca bir sorundur. Kendini kibar, nazik, hatta "çok anlayışlı biri" gibi sunması başlı başına bir ikiyüzlülük örneğidir. Evde eşine, çocuğuna, ailesine hakaret eden, bağıran, sevgiyi ve saygıyı çok gören biri; dışarıda selamı eksik etmeyen, tatlı dilli, hal hatır soran biri oluverir. Bu sadece bir maske takmaktan ibaret değil, aynı zamanda ahlaki yozlaşmanın en kamufle hali, bir tür sosyal sahtekârlıktır. Çünkü kibarlığın değeri, tanımadıklarına değil; en yakındakilere gösterilen tutumda saklıdır. İkiyüzlülük, sadece dürüstlükle değil, vicdanla da çelişir. Evde kabalıkla iktidar kurmaya çalışan birinin dışarıda alçakgönüllü görünmeye çalışması, sadece kendini kandırmasıdır. Zira gerçek ahlak, kapı kapandığında, perde çekildiğinde, dış dünyanın gözü üzerindeyken değil; kimse izlemezken kendini gösterir. Ve ne yazık ki birçok insan, dışarıya karşı ahlak timsali görünürken, kendi evinde ahlaksızlık üretmeye devam ediyor. İşte bu, toplumun en derin çelişkilerinden biri.

Oysa öküz olmamak, öküzlükten kurtulmak, ondan uzaklaşarak insan olmak o kadar da zor değil; düşünmek, empati kurmak, saygı göstermek, yanlışlarımızı kabullenmekten geçer. Hele de belli bir yaştan sonra… Hayatın ne denli kırılgan ve kısa olduğunu anladıkça, kibirden, öfkeden arınmak, yumuşamak, insan olmanın en gerçek anlamını kavramak mümkün olur. Çünkü insanlık, yalnızca nefes almak ya da var olmak değil; anlamlı yaşamak, sevmek, bağışlamak ve affedebilmektir. Sonuçta insan olmanın gerçek sınavı, içimizdeki bu basit ama güçlü erdemleri her durumda yaşayabilmekte yatar. Ve belki de asıl olgunluk, zaman geçtikçe bunu daha iyi anlayabilmektir.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.