Hepimiz iyiyiz, güzeliz doğruyuz oysa; asla kötü değiliz, yalan yanlış hiç. Yalnızca aynı dili konuşmuyoruz o kadar. Hepi topu kaybettiğimiz zamana yanarız. Her şey bu kadar mı dersiniz? Tolstoy’a sormuşlar “Nasıl “iyi insan” olunur?” O da “önce “kötülük ve kötü insan” ne demek bunun tarifini yapmak ve bu hususta mutabık kalmak lazım” demiş. Tekrar sormuşlar “peki kötü insanı nasıl tarif ederiz?” Sarsıcı bir cevap veren Tolstoy “Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan, kötüdür” demiş. Meğer bu tanıma uyan “NARSİST” diyebileceğimiz aynı dili konuşmadığım/konuşmayacağım eski arkadaşlarım, tanıdıklarım ve ileride tanıyacaklarım var.
Aynı dili konuşmuyoruz, konuşmayı denesek bile birbirimizi anlamamız neredeyse imkânsız. Hem sen hem de ben bunun farkındayız. Uzlaşmamız mümkün değil, biçare çırpınışlarla tahammül ettik birbirimize yıllarca? Beklentilerle inşa ettiğimiz hayatı hayal kırıklığına teslim ettik. Olmadı olmuyor. Evet, artık farklı dünyaların insanlarıyız, bunu biliyoruz. Zaman kaybettirmeyecek kadar uzaklaşmalıyız seninle. Farklı besleniyoruz hayattan. Orhan Veli’nin dediği gibi, sen ciğercinin kedisi; ben sokak kedisi... Ancak, bu senin işinin kolay olduğu anlamına gelmiyor uzak kardeşim; farkındayım, görüyorum her gün sahibine kuyruk sallamak zorunda olduğunu.
Evet evet, biliyorum aynı dili konuşmuyoruz seninle. Öyle ki, ne zaman konuşmayı denesek bile, birbirimizi anlamamız neredeyse mucize. Aslında, hem sen hem ben bunun fazlasıyla farkındayız. Her olayda yeniden anlıyoruz. Okumuş cahilsin, aptalsın, beş kuruşluk aklınla milyonluk konuşuyorsun diyemiyorum yüzüne. Saygı duyulmayacak fikirlerine neden katlanmalıyım ki? Mesele yalnızca fikirler değil; tabiatımızdan, karakterimizden, algımızdan, köklerimizden gelen bağımlılık. İkimiz de farklı dünyaların insanıyız, birbirine kıyısından geçmeyen hayatlar barındırıyoruz içimizde.
Belki de aynı dili konuşmamak, sandığımız kadar kötü bir durum değildir. Çünkü sen nezaketi ve barış dilini bir zayıflık olarak görüyorsun. Kabalığı normalleştirmenin peşindesin. Sıkı sıkıya sarılmışsın kaderin cilvelerine, böyle gelmiş böyle gitmeli diyenlerin kuyruğunda kurmuşsun salıncağını. Sallanırken sallamıyorsun insan olmanın onurlu savaşını. Hele o her şeyi bildiğini sanan özgüveninle birleşen cahil cesaretin yok mu, seni aptal biri gibi görünmekten kurtardığını düşünüyorsun değil mi? Evet evet, seninle uzlaşmamız ya da aynı dili konuşmamız gerçekten mümkün değil. Kitaplarla bağının zayıf olduğunu, derin düşünceler ya da felsefi tartışmalara kapalı olduğunu anlamak hiç de zor değil. Senin sertlikten, öfkeden ve cehaleti büyüten o kör bağlılıktan güç aldığın bir yerde uzlaşma diye bir şey mümkün olabilir mi?
Evet, belki de aynı dili konuşmuyoruz ve bunu başarmak zorunda da değiliz. Hayatlarımız, alışkanlıklarımız, yürümeyi seçtiğimiz yollar öylesine farklı ki, bu ayrıcalık her alanda kendini gösteriyor. Hatta buna, basit gibi görünen beslenme biçimlerimiz bile dâhil. Sen ciğercinin kedisisin; güvenli ve sıradan bir kolaylığa alışmışsın. Sana sunulan hazır yaşamı doyasıya yaşıyor, hiç sorgulamıyorsun. Bense bir sokak kedisiyim; özgür olmanın getirdiği zorlukları omuzlayarak, önüme çıkanla hayatta kalmayı öğrenmişim. Her fırsatı değerlendirmek için tetikteyim, ama asla zalime el açmam, uzatmam. Çünkü inanırım ki; insan neyle besleniyorsa, onun ruhunu yansıtır ve onun dünyasında yaşamaya başlar. İşte tam da bu yüzden, birbirimizi anlamaya çalışmanın lüzumu yok. Sen çoktan kendi yolunu çizmişsin. Bir teslimiyet, bir kabulleniş içinde duruyorsun. Artık bir sahibin var. Kasabın gölgesi altında huzur bulup büyüklük hayalleri kurabiliyorsun.
Evet evet, aynı dili konuşmuyoruz; aynı pencereden baksak da aynı şeyi görmüyoruz. Aynı ezgiyi dinlesek de birimiz ağlarken birimiz sövüyoruz. Ben Ahmet Kaya’nın Koçero’suna aşığım sen mehter marşına. Ruhunda savaş tamtamları. Ben tüm çıplaklığıyla açmaya çalışırken kokuşmuşluğu biliyorum ki sen kapatırsın vatan, millet, Sakarya coşkusuyla... Sen bir Süpermen bulmanın, olmasa da yaratmanın peşindesin; ben “ben” olmanın, kendimi, aklımı, ruhumu, duygularımı yobazlığın, cehaletin esaretten kurtarmanın peşinde. Bolu beyine karşı Köroğlu Ruşen Ali’nin mi tarafısın, Hızır Paşa’ya karşı duran Pir Sultan’ın mı yanındasın belli değil. Karnından konuşup duymamı istiyorsun. Sana dokunmayan yılanı yaşatmanın gururunu yaşıyor olman sana garip gelmiyor mu gerçekten. Görünen köy kılavuz istemiyor ikimiz de biliyoruz artık.
Zorlama beni ne olur; Koçero’nun peşindeyim biliyorsun: Bir sürekli çıplaklık,
Bir sürekli açlık,
Bir sürekli haksızlık,
Bir sürekli itilmişlik, bir vazgeçiş, bir ilgisizlik,
Bin yıllık bir yoldan gelsek de üstüm başım kan içinde olsa da pişmanlıklarımı, hayal kırıklıklarımı arkamda bırakmanın gururunu yaşıyorum. Sana eşlik ederken sistemin acımasız gerçekleri arasında sinmiş, sönük, suskun, sünepe kaldığını görmek acıtıyor canımı. Çirkini güzel, yalanı gerçek, yanlışı doğru yapmamız imkânsız seninle. Belli ki birbirimiz için zaman kaybıyız. Arkadaş kalmak hal hatır sormanın ötesinde çok şeye gerek yok sanırım.
Evet ya olamayız birlikte, yürüyemeyiz yan yana; okumaz, bilmez, araştırmaz, duyduklarınla anlam katarsın yaşamına. Yalana inandırmak için kısarsın vicdanının sesini. Abilerin, ablaların, ağaların, paşaların, şeyhlerin, amirlerin var senin yanlışa “DUR” diyemezsin bilirsin hükmün geçmez. ‘Emir demiri keser’ der iradeni beş paralık edip her an çıkabilirsin insanlığından. Kulak kabarttıklarınla ahkâm kesersin eşe dosta.
Yok yok, çok belli aynı dili konuşmuyoruz, konuşamayız seninle sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi. Sen haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu ve rantları görmezden gelirsin. Yalana, talana sesin çıkmaz; İnce Memed'i gerçek eşkıya sanır, devletin sopasıyla kovalar, uçurumlardan atarsın. Devlet aklını aklın sanırsın. Yanarsın dönersin bir anda, rengin belli olmaz ikimiz de çok iyi biliriz. Hayatı yüzeysel yaşar, her şeyin üzerinden geçip gidersin. Kimi zaman içinde beslediğin zaman zaman hortlayan faşist tarafın yansıyor yüzüme.
Seninle cebelleşeceğim diye biriktirdiğim güzel huylarımdan vaz geçmek istemiyorum. Uyduruk, pohpohlanmış, sonradan görme değerlerle de kör olsun istemem gözlerim. Hele de sabırla şükürle avunmak hiç bana göre değil. Yancı olmak da istemiyorum düzenin koyduğu okey masalarında. Sen olmak yan yana durmak zor gelir bana, yer içer yatarsın. Köle olup itaat etmek komaz sana. Düşünme eylemi zor zanaat bilirim de ezber cümlelerle yaşamanı, aptallıklarınla gurur duymanı anlayamaya çalışsam da olmuyor, yapamıyorum. Seninle bir şey olamayacağımız o kadar belli ki biliyorum bizden olmaz, konuşsak da anlaşamayız.
Bazen insanlıktan çıktığını görmeye tahammül edemiyorum. Seni tanıdığımı zannetmekten, yanılgılarımdan utanmışlığım çarpıyor yüzüme. Aynada kendini dahi göremiyorsun. Ben ben olmaktan çıkıyorum. Hayatını adeta başkalarının belirlediği kurallara sıkı sıkıya tutunarak sürdürüyorsun. Kendi düşüncelerini ya da dünyaya dair algını sorgulamak, farklı düşünmeye cesur adımlar atmaktan kaçınıyorsun. Sana iletilen fikirleri ya da talimatları, bunların doğru ya da yanlış olduğuna dair en ufak bir değerlendirme yapmadan kabul eden, deli gibi savunan aptalın önde gidenisin. Cevizin içindeki kurtçuksun aslında. Kendi dünyanda kral dışarıda soytarı olmanın gururuyla geziniyorsun. Başarısızlık ya da kaybetme korkun onurundan çok daha yüce.
Aynı dili konuşamadığımız gerçeği gün gibi ortada ve bunu bir şekilde değiştirebilmemiz de mümkün değil. Anlaşmamız mümkün değil; konuşmuyoruz aynı dili. Aklın mantığın ipotekli. İçgüdülerin tembelliği kanıksamış. Açılamıyorsun dünyanın fikir denizlerine, nimetlerinden uzaksın. Saçma sapan rehberler edinmişsin binyıllardır, masallarına inandırmışsın kendini. Anlaşamayız seninle dünyaya, hayata ve olaylara öyle farklı pencerelerden bakıyoruz ki ortak bir çizgi buluşmamız mümkün görünmüyor. Belki bir gün aynı toprağın altını paylaşırız, yaşamlarımız orada kesişir. Toprak olmuşuz aynı ağacın dallarında yaprak oluruz. Aynı rüzgâra direnir sonbaharı bekleriz dökülmek için. Birlikte sürükleniriz o zaman. Ancak bu hayatta aynı sofrada, aynı masada bir araya gelmemize hiç gerek yok.
Evet aynı değiliz, iki gözümüzün, kulağımızın olması, aynı coğrafyanın, aynı ülkenin, aynı inancın, aynı bayrağın altında olmanın da önemi yok. Bazen herkesin kendi yolunda ilerlemesi daha doğru gibi görünüyor. Sen, ciğercinin kedisi olarak o kolayın, garantinin ve alışılagelmişin peşinden giderken, ben sokakların kedisi özgürlüğün tadını çıkarıp rüzgârın beni götürdüğü yere savrulmaya devam edeceğim. Herkes kendince yolunu bulmalı, zıt yönlerde olabildiğince koşmalı; birbirimizden uzaklaşmalıyız.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mesut Akça
Aynı dili konuşmuyoruz seninle - Mesut Akça
Hepimiz iyiyiz, güzeliz doğruyuz oysa; asla kötü değiliz, yalan yanlış hiç. Yalnızca aynı dili konuşmuyoruz o kadar. Hepi topu kaybettiğimiz zamana yanarız. Her şey bu kadar mı dersiniz? Tolstoy’a sormuşlar “Nasıl “iyi insan” olunur?” O da “önce “kötülük ve kötü insan” ne demek bunun tarifini yapmak ve bu hususta mutabık kalmak lazım” demiş. Tekrar sormuşlar “peki kötü insanı nasıl tarif ederiz?” Sarsıcı bir cevap veren Tolstoy “Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan, kötüdür” demiş. Meğer bu tanıma uyan “NARSİST” diyebileceğimiz aynı dili konuşmadığım/konuşmayacağım eski arkadaşlarım, tanıdıklarım ve ileride tanıyacaklarım var.
Aynı dili konuşmuyoruz, konuşmayı denesek bile birbirimizi anlamamız neredeyse imkânsız. Hem sen hem de ben bunun farkındayız. Uzlaşmamız mümkün değil, biçare çırpınışlarla tahammül ettik birbirimize yıllarca? Beklentilerle inşa ettiğimiz hayatı hayal kırıklığına teslim ettik. Olmadı olmuyor. Evet, artık farklı dünyaların insanlarıyız, bunu biliyoruz. Zaman kaybettirmeyecek kadar uzaklaşmalıyız seninle. Farklı besleniyoruz hayattan. Orhan Veli’nin dediği gibi, sen ciğercinin kedisi; ben sokak kedisi... Ancak, bu senin işinin kolay olduğu anlamına gelmiyor uzak kardeşim; farkındayım, görüyorum her gün sahibine kuyruk sallamak zorunda olduğunu.
Evet evet, biliyorum aynı dili konuşmuyoruz seninle. Öyle ki, ne zaman konuşmayı denesek bile, birbirimizi anlamamız neredeyse mucize. Aslında, hem sen hem ben bunun fazlasıyla farkındayız. Her olayda yeniden anlıyoruz. Okumuş cahilsin, aptalsın, beş kuruşluk aklınla milyonluk konuşuyorsun diyemiyorum yüzüne. Saygı duyulmayacak fikirlerine neden katlanmalıyım ki? Mesele yalnızca fikirler değil; tabiatımızdan, karakterimizden, algımızdan, köklerimizden gelen bağımlılık. İkimiz de farklı dünyaların insanıyız, birbirine kıyısından geçmeyen hayatlar barındırıyoruz içimizde.
Belki de aynı dili konuşmamak, sandığımız kadar kötü bir durum değildir. Çünkü sen nezaketi ve barış dilini bir zayıflık olarak görüyorsun. Kabalığı normalleştirmenin peşindesin. Sıkı sıkıya sarılmışsın kaderin cilvelerine, böyle gelmiş böyle gitmeli diyenlerin kuyruğunda kurmuşsun salıncağını. Sallanırken sallamıyorsun insan olmanın onurlu savaşını. Hele o her şeyi bildiğini sanan özgüveninle birleşen cahil cesaretin yok mu, seni aptal biri gibi görünmekten kurtardığını düşünüyorsun değil mi? Evet evet, seninle uzlaşmamız ya da aynı dili konuşmamız gerçekten mümkün değil. Kitaplarla bağının zayıf olduğunu, derin düşünceler ya da felsefi tartışmalara kapalı olduğunu anlamak hiç de zor değil. Senin sertlikten, öfkeden ve cehaleti büyüten o kör bağlılıktan güç aldığın bir yerde uzlaşma diye bir şey mümkün olabilir mi?
Evet, belki de aynı dili konuşmuyoruz ve bunu başarmak zorunda da değiliz. Hayatlarımız, alışkanlıklarımız, yürümeyi seçtiğimiz yollar öylesine farklı ki, bu ayrıcalık her alanda kendini gösteriyor. Hatta buna, basit gibi görünen beslenme biçimlerimiz bile dâhil. Sen ciğercinin kedisisin; güvenli ve sıradan bir kolaylığa alışmışsın. Sana sunulan hazır yaşamı doyasıya yaşıyor, hiç sorgulamıyorsun. Bense bir sokak kedisiyim; özgür olmanın getirdiği zorlukları omuzlayarak, önüme çıkanla hayatta kalmayı öğrenmişim. Her fırsatı değerlendirmek için tetikteyim, ama asla zalime el açmam, uzatmam. Çünkü inanırım ki; insan neyle besleniyorsa, onun ruhunu yansıtır ve onun dünyasında yaşamaya başlar. İşte tam da bu yüzden, birbirimizi anlamaya çalışmanın lüzumu yok. Sen çoktan kendi yolunu çizmişsin. Bir teslimiyet, bir kabulleniş içinde duruyorsun. Artık bir sahibin var. Kasabın gölgesi altında huzur bulup büyüklük hayalleri kurabiliyorsun.
Evet evet, aynı dili konuşmuyoruz; aynı pencereden baksak da aynı şeyi görmüyoruz. Aynı ezgiyi dinlesek de birimiz ağlarken birimiz sövüyoruz. Ben Ahmet Kaya’nın Koçero’suna aşığım sen mehter marşına. Ruhunda savaş tamtamları. Ben tüm çıplaklığıyla açmaya çalışırken kokuşmuşluğu biliyorum ki sen kapatırsın vatan, millet, Sakarya coşkusuyla... Sen bir Süpermen bulmanın, olmasa da yaratmanın peşindesin; ben “ben” olmanın, kendimi, aklımı, ruhumu, duygularımı yobazlığın, cehaletin esaretten kurtarmanın peşinde. Bolu beyine karşı Köroğlu Ruşen Ali’nin mi tarafısın, Hızır Paşa’ya karşı duran Pir Sultan’ın mı yanındasın belli değil. Karnından konuşup duymamı istiyorsun. Sana dokunmayan yılanı yaşatmanın gururunu yaşıyor olman sana garip gelmiyor mu gerçekten. Görünen köy kılavuz istemiyor ikimiz de biliyoruz artık.
Zorlama beni ne olur; Koçero’nun peşindeyim biliyorsun: Bir sürekli çıplaklık,
Bir sürekli açlık,
Bir sürekli haksızlık,
Bir sürekli itilmişlik, bir vazgeçiş, bir ilgisizlik,
Bin yıllık bir yoldan gelsek de üstüm başım kan içinde olsa da pişmanlıklarımı, hayal kırıklıklarımı arkamda bırakmanın gururunu yaşıyorum. Sana eşlik ederken sistemin acımasız gerçekleri arasında sinmiş, sönük, suskun, sünepe kaldığını görmek acıtıyor canımı. Çirkini güzel, yalanı gerçek, yanlışı doğru yapmamız imkânsız seninle. Belli ki birbirimiz için zaman kaybıyız. Arkadaş kalmak hal hatır sormanın ötesinde çok şeye gerek yok sanırım.
Evet ya olamayız birlikte, yürüyemeyiz yan yana; okumaz, bilmez, araştırmaz, duyduklarınla anlam katarsın yaşamına. Yalana inandırmak için kısarsın vicdanının sesini. Abilerin, ablaların, ağaların, paşaların, şeyhlerin, amirlerin var senin yanlışa “DUR” diyemezsin bilirsin hükmün geçmez. ‘Emir demiri keser’ der iradeni beş paralık edip her an çıkabilirsin insanlığından. Kulak kabarttıklarınla ahkâm kesersin eşe dosta.
Yok yok, çok belli aynı dili konuşmuyoruz, konuşamayız seninle sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi. Sen haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu ve rantları görmezden gelirsin. Yalana, talana sesin çıkmaz; İnce Memed'i gerçek eşkıya sanır, devletin sopasıyla kovalar, uçurumlardan atarsın. Devlet aklını aklın sanırsın. Yanarsın dönersin bir anda, rengin belli olmaz ikimiz de çok iyi biliriz. Hayatı yüzeysel yaşar, her şeyin üzerinden geçip gidersin. Kimi zaman içinde beslediğin zaman zaman hortlayan faşist tarafın yansıyor yüzüme.
Seninle cebelleşeceğim diye biriktirdiğim güzel huylarımdan vaz geçmek istemiyorum. Uyduruk, pohpohlanmış, sonradan görme değerlerle de kör olsun istemem gözlerim. Hele de sabırla şükürle avunmak hiç bana göre değil. Yancı olmak da istemiyorum düzenin koyduğu okey masalarında. Sen olmak yan yana durmak zor gelir bana, yer içer yatarsın. Köle olup itaat etmek komaz sana. Düşünme eylemi zor zanaat bilirim de ezber cümlelerle yaşamanı, aptallıklarınla gurur duymanı anlayamaya çalışsam da olmuyor, yapamıyorum. Seninle bir şey olamayacağımız o kadar belli ki biliyorum bizden olmaz, konuşsak da anlaşamayız.
Bazen insanlıktan çıktığını görmeye tahammül edemiyorum. Seni tanıdığımı zannetmekten, yanılgılarımdan utanmışlığım çarpıyor yüzüme. Aynada kendini dahi göremiyorsun. Ben ben olmaktan çıkıyorum. Hayatını adeta başkalarının belirlediği kurallara sıkı sıkıya tutunarak sürdürüyorsun. Kendi düşüncelerini ya da dünyaya dair algını sorgulamak, farklı düşünmeye cesur adımlar atmaktan kaçınıyorsun. Sana iletilen fikirleri ya da talimatları, bunların doğru ya da yanlış olduğuna dair en ufak bir değerlendirme yapmadan kabul eden, deli gibi savunan aptalın önde gidenisin. Cevizin içindeki kurtçuksun aslında. Kendi dünyanda kral dışarıda soytarı olmanın gururuyla geziniyorsun. Başarısızlık ya da kaybetme korkun onurundan çok daha yüce.
Aynı dili konuşamadığımız gerçeği gün gibi ortada ve bunu bir şekilde değiştirebilmemiz de mümkün değil. Anlaşmamız mümkün değil; konuşmuyoruz aynı dili. Aklın mantığın ipotekli. İçgüdülerin tembelliği kanıksamış. Açılamıyorsun dünyanın fikir denizlerine, nimetlerinden uzaksın. Saçma sapan rehberler edinmişsin binyıllardır, masallarına inandırmışsın kendini. Anlaşamayız seninle dünyaya, hayata ve olaylara öyle farklı pencerelerden bakıyoruz ki ortak bir çizgi buluşmamız mümkün görünmüyor. Belki bir gün aynı toprağın altını paylaşırız, yaşamlarımız orada kesişir. Toprak olmuşuz aynı ağacın dallarında yaprak oluruz. Aynı rüzgâra direnir sonbaharı bekleriz dökülmek için. Birlikte sürükleniriz o zaman. Ancak bu hayatta aynı sofrada, aynı masada bir araya gelmemize hiç gerek yok.
Evet aynı değiliz, iki gözümüzün, kulağımızın olması, aynı coğrafyanın, aynı ülkenin, aynı inancın, aynı bayrağın altında olmanın da önemi yok. Bazen herkesin kendi yolunda ilerlemesi daha doğru gibi görünüyor. Sen, ciğercinin kedisi olarak o kolayın, garantinin ve alışılagelmişin peşinden giderken, ben sokakların kedisi özgürlüğün tadını çıkarıp rüzgârın beni götürdüğü yere savrulmaya devam edeceğim. Herkes kendince yolunu bulmalı, zıt yönlerde olabildiğince koşmalı; birbirimizden uzaklaşmalıyız.