İnsan olarak varoluşumuza derinlik kattığımız bu süreç genellikle zihnimizde yankılanan soruları yanıtlama çabasıyla başlar. Günlük hayatın rutininden sıyrılıp, adını koyamasak da içimizde bir yerlerde hissettiğimiz o gizil "arayış" duygusu, yalnızca bireysel bir deneyim olmaktan çıkar; dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın paylaştığı ortak bir yolculuğa dönüşür. Yemek, içmek, uyumak gibi temel biyolojik ihtiyaçların ötesine geçip anlam ve amaç arayışı içinde olmak, öz benliğimize ulaşmanın en önemli yollarından biridir. Kimi zaman bu arayış çılgınlık-delilik olarak görülse de, kendi hakikatimizi bulmak, peşinden gitmek; yaşamı anlamlandırarak kaçınılmaz olan ölümü daha huzurlu ve anlamlı bir şekilde karşılamamıza olanak tanıyacaktır.
Mutluluk ve huzur arayışı sürerken ölüme hazırlıklı olmak kolay bir görev değildir. Yaşam boyunca atacağımız adımlar, planlarımız ve alacağımız tedbirlerin tümünde referansımızın ne olduğu/olacağı önemlidir. Binyıllardır süregelen gelişmiş bilim ve demokratik yaklaşım çoğu zaman gör ardı edilse de yolumuzu aydınlatmaktadır. Bu referanstan faydalanma tercihi bireysel gelişimimizin düzeyini yansıtmaktadır. Sebepler ile sonuçlar arasında ilişki kurma yetimiz geliştikçe bu süreç daha yönetilebilir bir hale gelir. Bu noktada, düşünme süreçlerini anlamaya yönelik çalışmalarıyla tanınan Benjamin Bloom’un 1956 yılında geliştirdiği sınıflandırma önemli bir rehber sunar. Bloom, düşünmeyi altı aşamada ele almıştır: “Bilgi, Kavrama, Uygulama, Analiz, Sentez ve Değerlendirme.”
Çok iyi yaptığımızı düşündüğümüz oysa çok da beceremediğimiz “Değerlendirme” aşaması, düşünmenin en üst seviyesini temsil eder ve sözde en bilinçli kararlar aldığımız aşamadır. Çoğu zaman alt basamakları geçmeden ya da ihmal ederek doğrudan bu üst seviyeden fikir yürütmeye çalışırız. Bu yaklaşım genellikle yüzeysel bilgiyle yapılan yorumlara ve temelsiz iddialara neden olur. Yeterince sorgulanmamış alışkanlıkların ve dayanaksız fikirlerin etkisi altında çoğu zaman debeleniyoruz. "Her şeyin en iyisini ben bilirim" ya da "Ben yaptım oldu" gibi tutumlar hem kişisel gelişimimizi hem de bizi başkalarının hikâyelerinden uzaklaştırır. Böylece çok şey biliyormuşuz havasıyla birlikte çevremizi dinliyormuş gibi yapıp hem kendimizi hem de çevremizi kandırırız. Kimi zaman kapı ardında, kimi zaman da içimizden yüzüne bakıp “Yav he he” deyip geçip gidiyoruz. Bu kısır döngüden kurtulmak içsel farkındalıkla ve gerçek anlamda Blomm’un düşünme becerilerini kazanmakla mümkündür. Aksi durumda bildiğimizi sandığımız çoğu şey de yanıldığımızın farkına dahi varamıyoruz. Ve “Arayış” yanılgılarla, hayal kırıklıklarıyla sürüp gidiyor.
Ölçme ve değerlendirme kısmında ölçüm hatalıysa yanlış sonuç kaçınılmazdır. Çoğu zaman önümüze hep sonuçlar sunulmuştur. TUİK’in enflasyon sonuçları, seçim sonuçları vs. süreçler ve ölçütlerin içeriği, doğruluğu hemen hemen hiç ön plana çıkmaz. Fikir dünyamız için de bu genelde bu yöndedir. Yeterli analiz yapmadan hemen her şeye karar verebiliyoruz. Yaşadığımız basit üç beş tecrübeyle ahkâmlar kesip bu işin duayeni havasını estirebiliyoruz. “Değerlendirme” bir nevi çıktı demektir. Karar verme aşamasının gerekçelendirildiği bölümdür. Gerekçe kısmının altını doldurabildiğimiz ölçüde doğru adım atılabilir. Burada sorgulanması gereken kısım adımlarımızı atarken bilim ve demokrasinin yöntemlerini mi duygularımızın, egolarımızın, çıkarlarımızın yolunu mu tercih ettiğimizdir.
Karar vermek güçlü bir iradeyi gerektirir. İraden varsa düşündüğünü yaparsın. Var olabilmenin, hayatta kalabilmenin özü de bir nevi karşı çıkmaktır. Belki de direnmedir. Neyi tercih etmişsek bu aynı zamanda diğer alternatife karşı çıkmaktır. Analiz yapılmadan yani düşünme basamakları kullanılmadan direkt sonuç odaklı hareket etmek bir nevi düşünsel köleliğin göstergesidir.
Günümüz dünyasının yaşam biçimine ve hâkim düzenine bakıldığında, bireyler farklı şekillerde "kölelik"kavramıyla karşı karşıya kalır. Bu kölelik sadece fiziksel sınırlamalarla sınırlı değildir; duygusal bağlarla ya da fikirlerin özgürce ifade edilememesiyle karşımıza çıkar. İşte bu noktada farkındalık devreye girer ve arayışlarımız hayati bir önem taşır. Bloom’un düşünme basamaklarını temel almak, bu farkındalığa ulaşmayı kolaylaştıran bir yöntem olarak görülebilir. Bunun yanı sıra direnmenin aşamalarını anlamak ve içselleştirmek de bu mücadelenin önemli parçalarındandır.
Direnmek, mevcut duruma karşı güçlü bir duruş sergilemeyi ifade eder. Bloom’un düşünme basamakları, temelde bu tepkinin ve duruşun altyapısını oluşturur. Bu temelin üzerine ise inançlarımız, geleneklerimiz, kişilik yapımız, adalet anlayışımız, doğru ve yanlış algımız ile iyi doğru, güzel kavramlarının hayatımızdaki karşılığı eklenebilir. Temel ne kadar güçlü ve bilinçli bir şekilde inşa edilirse, bireyin düşünme yetisi ve hayata bakışı da o denli sağlam olur. Kısacası, direnmek hem şimdiki anın hem de geleceğin inşasında önemli bir role sahiptir.
Her şeyin temeli zihnimizdeki verileri anlamaya/anlamlandırmaya dayanır. Bu nedenle bilimsel bilginin yanında duygusal yönümüzün de gelişmeye, canlı tutulmaya ihtiyacı vardır. Hele de merak duygusu. Her ne kadar bu her alanda kabul görmese de gelişim için elzemdir. Merak etmek öğrenme isteğinin temelini oluşturur ve bu süreç sorgulamayı beraberinde getirir. Merak unsuru, kimi toplumsal düzende tehlikeli bir eğilim olarak görülür ve engellenmeye çalışılır. Örneğin, çocukluk yıllarından itibaren tanımak ya da dokunarak keşfetmek istediğimiz şeyler karşısında ebeveynlerimizin öfke ya da cezalandırıcı yaklaşımlarıyla karşılaşmış olabiliriz. Bu tutumlar çoğu zaman ses tonu, mimikler veya masum(!) bir şamar şeklinde karşımıza çıkmıştır. Böylece bize “Sadece izin verildiği ölçüde sorgulayabilirsin” algısı dayatılmıştır.
Otoritelerin, dinlerin, devletlerin “Yasaklar” silsilesi karşısında Bloom’un düşünme basamaklarının çaresizliğine şahit oluyoruz. En kötüsü ise bu anlayışın toplum içerisinde kurumsallaştırılmış olmasıdır. Sistem öyle bir şekilde inşa edilmiştir ki düşünme, sorgulama ve hesap sorma alanları ya tamamen kapatılmış ya da varmış gibi gösterilerek etkisiz hale getirilmiştir. Bunun sonucunda “kuzu bireylerle koyun toplumlar”yaratma hedefine hızla ulaşılmaktadır. Süreçte insanlar kendilerini yetkisiz ve sorumsuz olarak görmeye başlamıştır.
Oysa bilgi beraberinde direnmeyi getirir. Direnmek rutinin dışına çıkmak, olağan dışı davranış sergilemektir. Direnişin en temel ve basit yolu ise konuşmaktır. Bunun dışında da yollar mevcuttur. Bazen bir şiirle, resimle, karikatürle, şarkıyla ya da filmle bu duruşu ifade etmek mümkündür. Okuyan, araştıran, sorgulayan ve neden-sonuç ilişkisi kuran bireyler, düşünerek gerçekleri ve doğruları ortaya koymaya çalışır. Doğruyu ve gerçeği görmek de tek başına yeterli değildir. Asıl mesele, bunu ifade edebilme cesaretini gösterebilmektir. İşte varoluşla yok oluş arasındaki ince sınır tam da burada yer alır.
Mevcut düzen veya sisteme karşı merak etmek, okumak, gözlem yapmak, sorgulamak, araştırmak, konuşmak ve yazmak; özellikle de baskıların ve yasaklamaların olduğu anti-demokratik ülkelerde cesaret ister ve genelde büyük bedeller ödetir. Ancak özgürlük alanının geniş olduğu, demokrasinin kökleştiği ülkelerde, halkın hukuku ve demokratik değerleri içselleştirdiği açık bir şekilde görülebilir.
Okuma kavramı tüm bu süreçlerde bize büyük bir fırsat sağlar ve zaman kazandırır. Okuma ile birlikte anlama yetimiz gelişecek böylece sentez analiz ve sağlıklı değerlendirme yapmış olacağız. Okuma ile birlikte gelişecek olan gözlem yetimizi de göz ardı etmemeliyiz. Gözlemlerimizi daha bilinçli şekilde yapabilir, ardından düşünmeye ve sebep-sonuç ilişkileri
kurmaya başlayacağız. Ve şaşırdığımız oranda sorgulama süreci başlar. O zaman ne kadar akıllı veya aptal olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiriz. Nihayetinde olayları ve olguları derinlemesine anlamaya başlarız. Böylece Bloom mezarında daha rahat uyuyacaktır.
Ancak iş burada bitmez: okuma kavramının tanımını belirginleştirmek, içini doldurmak gerekiyor. Çünkü üçüncü sınıf ülkelerde hemen hemen her türlü değerin içi boşaltılmış ve çürümeye bırakılmıştır. Her defasında yeniden gözden geçirilmesi gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabiliyoruz. Okumanın anlamaya, sorgulamaya, araştırmaya temel oluşturup oluşturmadığına bakmak gerekiyor. Yoksa kuru kuru okumanın, niteliksiz okumanın düşünmeye bir katkısı olmayacaktır. Sosyolojik, psikolojik ve bilimsel gerçekliği dile getirme cesareti hem bireyi hem de toplumu çağdaş uygarlık seviyesine taşıyacaktır. Lider olma vasfı bu noktada devreye girer. Asıl zorlu sınav da budur. Var olmak mı yoksa yok sayılmak mı? Eğer direnmezsek yalnızca düşündüğümüzü sanarak var olduğumuza inanırız. Bütün kazanç buradaki duruşumuzdadır. William Drummond’un söylediği gibi: "Düşünmeyen tutucudur, düşünemeyen aptal, düşünmediğine aldırış etmeyen ise köledir." Bu nedenle iyiye, doğruya ve güzele dair düşüncelerde ısrarcı olmak direnmek demektir.
Yine de günümüzde yaratılan korku iklimi ve baskılar, düşünceyi yalnızlaştırıyor. Evrensel bağlamda hak, hukuk ve adaletle ilgili tüm güzel fikirler, bu baskıların gölgesinde kayboluyor. René Descartes'ın “Düşünüyorum, öyleyse varım,” ile yetinmeli miyiz, yoksa düşündüğünü ifade etmek acıtsa da “Düşünüyorum, öyleyse direnmeliyim,” mi demeliyiz? Farklı düşüncelerin çatışmasından korkmak yerine, bu çeşitliliği suç unsuru olmaktan çıkarmak gerekmez mi? Yeter ki bireyler hem ikna etmeye hem de edilmeye açık olsun.
Biliyoruz ki anti demokratik otoritelerin, bireyler arasında ortaya çıkabilecek fikir çatışmalarında tarafsız ve ilkeli bir tutum sergilemesi gerekirken taraf tutma ve bir grubu yok sayma mantığı hâkimdir. İçimizdeki gizli faşizm de korkaklığımız da bununla birlikte besleniyor olmasını görmezden geliyoruz. Maalesef konfor arzulayan duygularımızın cazibesi yanında iyiye, güzele, doğruya dair ne kadar mücadele varsa hepsine “Yav he he”deyip geçer hale gelmişiz.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mesut Akça
Arayış - Mesut Akça
İnsan olarak varoluşumuza derinlik kattığımız bu süreç genellikle zihnimizde yankılanan soruları yanıtlama çabasıyla başlar. Günlük hayatın rutininden sıyrılıp, adını koyamasak da içimizde bir yerlerde hissettiğimiz o gizil "arayış" duygusu, yalnızca bireysel bir deneyim olmaktan çıkar; dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın paylaştığı ortak bir yolculuğa dönüşür. Yemek, içmek, uyumak gibi temel biyolojik ihtiyaçların ötesine geçip anlam ve amaç arayışı içinde olmak, öz benliğimize ulaşmanın en önemli yollarından biridir. Kimi zaman bu arayış çılgınlık-delilik olarak görülse de, kendi hakikatimizi bulmak, peşinden gitmek; yaşamı anlamlandırarak kaçınılmaz olan ölümü daha huzurlu ve anlamlı bir şekilde karşılamamıza olanak tanıyacaktır.
Mutluluk ve huzur arayışı sürerken ölüme hazırlıklı olmak kolay bir görev değildir. Yaşam boyunca atacağımız adımlar, planlarımız ve alacağımız tedbirlerin tümünde referansımızın ne olduğu/olacağı önemlidir. Binyıllardır süregelen gelişmiş bilim ve demokratik yaklaşım çoğu zaman gör ardı edilse de yolumuzu aydınlatmaktadır. Bu referanstan faydalanma tercihi bireysel gelişimimizin düzeyini yansıtmaktadır. Sebepler ile sonuçlar arasında ilişki kurma yetimiz geliştikçe bu süreç daha yönetilebilir bir hale gelir. Bu noktada, düşünme süreçlerini anlamaya yönelik çalışmalarıyla tanınan Benjamin Bloom’un 1956 yılında geliştirdiği sınıflandırma önemli bir rehber sunar. Bloom, düşünmeyi altı aşamada ele almıştır: “Bilgi, Kavrama, Uygulama, Analiz, Sentez ve Değerlendirme.”
Çok iyi yaptığımızı düşündüğümüz oysa çok da beceremediğimiz “Değerlendirme” aşaması, düşünmenin en üst seviyesini temsil eder ve sözde en bilinçli kararlar aldığımız aşamadır. Çoğu zaman alt basamakları geçmeden ya da ihmal ederek doğrudan bu üst seviyeden fikir yürütmeye çalışırız. Bu yaklaşım genellikle yüzeysel bilgiyle yapılan yorumlara ve temelsiz iddialara neden olur. Yeterince sorgulanmamış alışkanlıkların ve dayanaksız fikirlerin etkisi altında çoğu zaman debeleniyoruz. "Her şeyin en iyisini ben bilirim" ya da "Ben yaptım oldu" gibi tutumlar hem kişisel gelişimimizi hem de bizi başkalarının hikâyelerinden uzaklaştırır. Böylece çok şey biliyormuşuz havasıyla birlikte çevremizi dinliyormuş gibi yapıp hem kendimizi hem de çevremizi kandırırız. Kimi zaman kapı ardında, kimi zaman da içimizden yüzüne bakıp “Yav he he” deyip geçip gidiyoruz. Bu kısır döngüden kurtulmak içsel farkındalıkla ve gerçek anlamda Blomm’un düşünme becerilerini kazanmakla mümkündür. Aksi durumda bildiğimizi sandığımız çoğu şey de yanıldığımızın farkına dahi varamıyoruz. Ve “Arayış” yanılgılarla, hayal kırıklıklarıyla sürüp gidiyor.
Ölçme ve değerlendirme kısmında ölçüm hatalıysa yanlış sonuç kaçınılmazdır. Çoğu zaman önümüze hep sonuçlar sunulmuştur. TUİK’in enflasyon sonuçları, seçim sonuçları vs. süreçler ve ölçütlerin içeriği, doğruluğu hemen hemen hiç ön plana çıkmaz. Fikir dünyamız için de bu genelde bu yöndedir. Yeterli analiz yapmadan hemen her şeye karar verebiliyoruz. Yaşadığımız basit üç beş tecrübeyle ahkâmlar kesip bu işin duayeni havasını estirebiliyoruz. “Değerlendirme” bir nevi çıktı demektir. Karar verme aşamasının gerekçelendirildiği bölümdür. Gerekçe kısmının altını doldurabildiğimiz ölçüde doğru adım atılabilir. Burada sorgulanması gereken kısım adımlarımızı atarken bilim ve demokrasinin yöntemlerini mi duygularımızın, egolarımızın, çıkarlarımızın yolunu mu tercih ettiğimizdir.
Karar vermek güçlü bir iradeyi gerektirir. İraden varsa düşündüğünü yaparsın. Var olabilmenin, hayatta kalabilmenin özü de bir nevi karşı çıkmaktır. Belki de direnmedir. Neyi tercih etmişsek bu aynı zamanda diğer alternatife karşı çıkmaktır. Analiz yapılmadan yani düşünme basamakları kullanılmadan direkt sonuç odaklı hareket etmek bir nevi düşünsel köleliğin göstergesidir.
Günümüz dünyasının yaşam biçimine ve hâkim düzenine bakıldığında, bireyler farklı şekillerde "kölelik"kavramıyla karşı karşıya kalır. Bu kölelik sadece fiziksel sınırlamalarla sınırlı değildir; duygusal bağlarla ya da fikirlerin özgürce ifade edilememesiyle karşımıza çıkar. İşte bu noktada farkındalık devreye girer ve arayışlarımız hayati bir önem taşır. Bloom’un düşünme basamaklarını temel almak, bu farkındalığa ulaşmayı kolaylaştıran bir yöntem olarak görülebilir. Bunun yanı sıra direnmenin aşamalarını anlamak ve içselleştirmek de bu mücadelenin önemli parçalarındandır.
Direnmek, mevcut duruma karşı güçlü bir duruş sergilemeyi ifade eder. Bloom’un düşünme basamakları, temelde bu tepkinin ve duruşun altyapısını oluşturur. Bu temelin üzerine ise inançlarımız, geleneklerimiz, kişilik yapımız, adalet anlayışımız, doğru ve yanlış algımız ile iyi doğru, güzel kavramlarının hayatımızdaki karşılığı eklenebilir. Temel ne kadar güçlü ve bilinçli bir şekilde inşa edilirse, bireyin düşünme yetisi ve hayata bakışı da o denli sağlam olur. Kısacası, direnmek hem şimdiki anın hem de geleceğin inşasında önemli bir role sahiptir.
Her şeyin temeli zihnimizdeki verileri anlamaya/anlamlandırmaya dayanır. Bu nedenle bilimsel bilginin yanında duygusal yönümüzün de gelişmeye, canlı tutulmaya ihtiyacı vardır. Hele de merak duygusu. Her ne kadar bu her alanda kabul görmese de gelişim için elzemdir. Merak etmek öğrenme isteğinin temelini oluşturur ve bu süreç sorgulamayı beraberinde getirir. Merak unsuru, kimi toplumsal düzende tehlikeli bir eğilim olarak görülür ve engellenmeye çalışılır. Örneğin, çocukluk yıllarından itibaren tanımak ya da dokunarak keşfetmek istediğimiz şeyler karşısında ebeveynlerimizin öfke ya da cezalandırıcı yaklaşımlarıyla karşılaşmış olabiliriz. Bu tutumlar çoğu zaman ses tonu, mimikler veya masum(!) bir şamar şeklinde karşımıza çıkmıştır. Böylece bize “Sadece izin verildiği ölçüde sorgulayabilirsin” algısı dayatılmıştır.
Otoritelerin, dinlerin, devletlerin “Yasaklar” silsilesi karşısında Bloom’un düşünme basamaklarının çaresizliğine şahit oluyoruz. En kötüsü ise bu anlayışın toplum içerisinde kurumsallaştırılmış olmasıdır. Sistem öyle bir şekilde inşa edilmiştir ki düşünme, sorgulama ve hesap sorma alanları ya tamamen kapatılmış ya da varmış gibi gösterilerek etkisiz hale getirilmiştir. Bunun sonucunda “kuzu bireylerle koyun toplumlar”yaratma hedefine hızla ulaşılmaktadır. Süreçte insanlar kendilerini yetkisiz ve sorumsuz olarak görmeye başlamıştır.
Oysa bilgi beraberinde direnmeyi getirir. Direnmek rutinin dışına çıkmak, olağan dışı davranış sergilemektir. Direnişin en temel ve basit yolu ise konuşmaktır. Bunun dışında da yollar mevcuttur. Bazen bir şiirle, resimle, karikatürle, şarkıyla ya da filmle bu duruşu ifade etmek mümkündür. Okuyan, araştıran, sorgulayan ve neden-sonuç ilişkisi kuran bireyler, düşünerek gerçekleri ve doğruları ortaya koymaya çalışır. Doğruyu ve gerçeği görmek de tek başına yeterli değildir. Asıl mesele, bunu ifade edebilme cesaretini gösterebilmektir. İşte varoluşla yok oluş arasındaki ince sınır tam da burada yer alır.
Mevcut düzen veya sisteme karşı merak etmek, okumak, gözlem yapmak, sorgulamak, araştırmak, konuşmak ve yazmak; özellikle de baskıların ve yasaklamaların olduğu anti-demokratik ülkelerde cesaret ister ve genelde büyük bedeller ödetir. Ancak özgürlük alanının geniş olduğu, demokrasinin kökleştiği ülkelerde, halkın hukuku ve demokratik değerleri içselleştirdiği açık bir şekilde görülebilir.
Okuma kavramı tüm bu süreçlerde bize büyük bir fırsat sağlar ve zaman kazandırır. Okuma ile birlikte anlama yetimiz gelişecek böylece sentez analiz ve sağlıklı değerlendirme yapmış olacağız. Okuma ile birlikte gelişecek olan gözlem yetimizi de göz ardı etmemeliyiz. Gözlemlerimizi daha bilinçli şekilde yapabilir, ardından düşünmeye ve sebep-sonuç ilişkileri
kurmaya başlayacağız. Ve şaşırdığımız oranda sorgulama süreci başlar. O zaman ne kadar akıllı veya aptal olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiriz. Nihayetinde olayları ve olguları derinlemesine anlamaya başlarız. Böylece Bloom mezarında daha rahat uyuyacaktır.
Ancak iş burada bitmez: okuma kavramının tanımını belirginleştirmek, içini doldurmak gerekiyor. Çünkü üçüncü sınıf ülkelerde hemen hemen her türlü değerin içi boşaltılmış ve çürümeye bırakılmıştır. Her defasında yeniden gözden geçirilmesi gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabiliyoruz. Okumanın anlamaya, sorgulamaya, araştırmaya temel oluşturup oluşturmadığına bakmak gerekiyor. Yoksa kuru kuru okumanın, niteliksiz okumanın düşünmeye bir katkısı olmayacaktır. Sosyolojik, psikolojik ve bilimsel gerçekliği dile getirme cesareti hem bireyi hem de toplumu çağdaş uygarlık seviyesine taşıyacaktır. Lider olma vasfı bu noktada devreye girer. Asıl zorlu sınav da budur. Var olmak mı yoksa yok sayılmak mı? Eğer direnmezsek yalnızca düşündüğümüzü sanarak var olduğumuza inanırız. Bütün kazanç buradaki duruşumuzdadır. William Drummond’un söylediği gibi: "Düşünmeyen tutucudur, düşünemeyen aptal, düşünmediğine aldırış etmeyen ise köledir." Bu nedenle iyiye, doğruya ve güzele dair düşüncelerde ısrarcı olmak direnmek demektir.
Yine de günümüzde yaratılan korku iklimi ve baskılar, düşünceyi yalnızlaştırıyor. Evrensel bağlamda hak, hukuk ve adaletle ilgili tüm güzel fikirler, bu baskıların gölgesinde kayboluyor. René Descartes'ın “Düşünüyorum, öyleyse varım,” ile yetinmeli miyiz, yoksa düşündüğünü ifade etmek acıtsa da “Düşünüyorum, öyleyse direnmeliyim,” mi demeliyiz? Farklı düşüncelerin çatışmasından korkmak yerine, bu çeşitliliği suç unsuru olmaktan çıkarmak gerekmez mi? Yeter ki bireyler hem ikna etmeye hem de edilmeye açık olsun.
Biliyoruz ki anti demokratik otoritelerin, bireyler arasında ortaya çıkabilecek fikir çatışmalarında tarafsız ve ilkeli bir tutum sergilemesi gerekirken taraf tutma ve bir grubu yok sayma mantığı hâkimdir. İçimizdeki gizli faşizm de korkaklığımız da bununla birlikte besleniyor olmasını görmezden geliyoruz. Maalesef konfor arzulayan duygularımızın cazibesi yanında iyiye, güzele, doğruya dair ne kadar mücadele varsa hepsine “Yav he he”deyip geçer hale gelmişiz.