Tanımların baskın ideoloji eliyle sığlaştırıldığı zamanlardayız. Hızın ve hırsın, rastladığı her şeyi dönüştürmesine tanıklık ediyoruz(ki ilerici bir dönüşüm değil söz konusu olan). İçi boşaltılmış kavramlarla örülüyor yenidünya düzeni. Bu eprimeye direnebilme adına, her geçen gün artan bir hevesle, yazıya sığınıyoruz. Peki, yazı/yazar neresinde bu çürümenin? Hiç kimsenin gidip de dönmediği bir ormana davet edilmekse yazmak, bilincin afalladığı yerde yolu açacak olan ne? Tarihsel donanım/bilinç ne öneriyor bize?
Deha mı gelenek mi?
Dehaya vurgu yapma adına, pek çok yazarın yazma nedenleri/yazın tanımları boca ediliyor her gün onlarca mecradan. Var oluş kaygısı, bencillik, estetik merak, tarihsel dürtü, siyasal amaç, kimlik edinme gereği gibi geniş bir nedensellikle karşılaşıyoruz. Bütüncül olmayan ve başka gerekçelerle sıklıkla yer değiştiren bu tanımlamalar; bizi, yazısının içinde ötekileşen yazara götürüyor kaçınılmaz olarak. Yazardan açıklama beklemenin dolaylı bir şiddet olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor. Yaşamın, onu söze dökmek isteyen kişinin algısından daha fazlası olduğu sonucu beliriyor kendiliğinden. “Yazarını yok eden yazılar” diye özetleyebileceğimiz bu tehlikeyi, açıklama hastalığıyla ilişkilendirme zorunluluğu baş gösteriyor. Yazarın, bir yaratıcı olarak, bir dizi vazgeçişin içinden yazdığına işaret eden tarihsel birikim, tek bir nedene bağlı olmayan bu yalnızlığın, yüksek oranda olasılık taşıdığını anımsatıyor sürekli. Bir yazarın neyi niçin yazdığına ve dehasına odaklanan her tavrın, yazıyı da yazarı da yok edebileceğini kavrıyoruz böylece.
Peki, doğru yaklaşım ne? Tarih bilincine ve tarihselciliğe sahip çıkmak yani geleneği bilmek, yola çıkabilmenin ilk koşulu nerdeyse. Sezgi, duyarlık, gözlem, bilgi, susma, geri çekilme, kendini saklama, doğayı dinleme ve yalınlaşma gibi birçok öğe, gelenekten beslenmiş olmanın kazanımları zira. Sıradanlığa, tekrara, karmaşıklığa, dolaylamaya, gereğinden fazla açıklamaya düşmeden bir üst dil kurma yetisinin doğal kaynağı. Çünkü yazı, yazan kişinin fazlalıklarını, ağırlıklarını, kalabalıklarını kaldırmıyor artık. Kullandığı dile karşı yeterince sorumlu, incelikli ve deneysel davranmayan; o dilde yetkin olmayan hiçbir yazar, edebi olana ulaşma şansına sahip değil. Kurgusal evrenin, dış dünyanın parçalanmış gerçeklerinden örüldüğünü fark edebilen her yazarın, dünyaya –dili amaç edinerek–dilin içerisinden bakması zorunluluğu da bu tarihsel donanımın kazanımı en nihayetinde. Tüm algı alanlarını örten, sesten ve sözden örülü bu şiddet sarmalında; aslolanın metne yönelmek, metni derinleştirmek ve metin içinde derinleşebilmek olduğunu, ancak geleneğe yaslanarak kavrama şansımız var. Yazıdan başka çıkarı olmayan bir azınlığın üyesi olabilmenin başkaca yolu yok.
Kaos ve yaratıcılık
Yazar, yaratıcı bir karışıklığın içerisindedir. Çünkü gerçeklik kavramı, içeriğinde çoğu zaman başka bir gerçekliği taşır. Dolayısıyla yaratıcılık, kör bir noktadan sona uzanan bütüncül bir yapıyı çözümlemektir. İlk tümcelerin nasıl oluştuğunu bilimsel olarak açıklama şansımız olmadığından, bu kör noktanın ilkel halimizi karşılıyor olma ihtimalini; karanlık bir kuyu, ışık geçirmez bir derinlik benzetmeleriyle somutlaştırabiliriz. İlk tümcenin buyurgan albenisine boyun eğmek; anlaşılır olana hapsolma, var olanı tekrarlama ve anlam sığlığı gibi onlarca kusura el verebilir. Yazarın ideal okurun kendisi olması gereği; okurun metin karşısında hızın tüm olanaklarını kullanışını, kolaycılığını, ucuzculuğunu, tüketiciliğini ve benzeri tüm reflekslerini düşündüğümüzde, hayati bir önem arz ediyor. Marie Von Ebner’in “Sadece anlaşılır olanı anlayan, çok az şey anlıyor demektir,” önermesini, eşsiz bir savunu tümcesi olarak saklı tutalım o zaman.
Bu bağıtta, yazının/yazarın konumunu saptayabilmek için, yapıtın imlediği noktaları esas almak, nirengi yoluyla bir harita çıkarmak gerekiyor.
Kuşku ve hız
Yazarın ‘ne’liğini kavramak adına, Hasan Ali Toptaş’ın “Yazar metne başlarken yalnızdır, metin bittiğinde daha da yalnızdır,” önermesini esas alıp birkaç kışkırtıcı soruyu sıralayalım.
- Okur, ölü bir şey midir?
- Okurun yararına bir metin, ancak okur yok sayılarak mı kurulabilir?
- Okura/zamana direnebilmek adına, yapıta karşı geçici bir süre yabancılaşmak mı gerekir?
Önermeler mantığından el alıp devam edelim. J. P. Sartre’ın “Hakiki yazar, ölünceye dek kazanmak için kaybetmeye kararlıdır,” önermesiyle, Marcel Proust’un “Asıl keşif yeni toprakları bulmak değil, yeni bir gözle bakmaktır,” önermesi, bizi şu aksiyoma ulaştırır:
“Yazarın korunağı kuşkudur.”
Politik ve estetik yararlılık, tek başına hiçbir şeydir. İdeolojisiyle çelişmeyen bireyin/yazarın, zaman içerisinde tutuculaşması/gericileşmesi kaçınılmazdır. Burada kasıt, ideolojik bir saf değiştirme değil, mevcut ideoloji bünyesinde devrimci bir sapma yaratabilmektir. Bireylerin/yazarların politize edilmiş bir dünyaya doğdukları gerçeğini kavradığımızda, bir özne olarak yazardan politik bir tepki beklenebileceği; ancak bir metnin böyle bir zorunluluğunun olmadığı da anlaşılır. Kendisi için amaç haline gelmiş bir metin; varlığını toplumsallaşmaya borçlu olan politik dilin, mülkiyetin/ait olmanın dili olduğunu sezip kaynağı insan ve doğa olan yaratıcı bir üst dili/sanat dilini var eder. Her şeyin anlama eğilimli oluşu sanat ürününü ideolojik kılsa da bu; hiçbir kurumdan, yapıdan, alışkanlıktan ödünç alınamayacak bir özgünlüğe içkindir. Sanat bilgisi olarak okunması gereken estetik, mülke karşıt özgül bir ideolojidir.
İtalyan fütürist Umberto Boccioni, yaşayacağımız çağda baskın ideolojinin ‘hız’ olacağını çok öncesinde söylemiş aslında insanlığa. Bugün hemen hepimizin yakındığı bu olguyu, ekonomik-politik ve kültürel bir örgütlenme olarak tanımlamış. Özgünlüğü bozan, derinleşmeye engel olan, tüketimi körükleyen, kaba gerçeği ve mistik olanı değerli kılan bu güç tasarımını, aynı bağlamda olmamakla birlikte, açığa vurmuş. Gelinen noktada belleğimiz neye odaklanacağını şaşırmış durumda. Bir görüntü ve ses patlamasının tam ortasındayız. Sesten ve görüntüden ibaret bu vandal tasarım, bize, unutmayı, kendimizi yormamayı, umursamamayı aşılıyor. Dünsüzlük ve yarınsızlık rahatlatan bir seçime dönüşmüş. Olaylar karşısında eylemli olmayan her özne, içerisinde yer almadığı, tarafı olmadığı düşünceyle biçimlendiriliyor. Toplumsal travmaları örtmek için kullanılan hıza ait her öğe(nostaljik vurgular, hırs ve heves örgütleyicisi nesneler vb.) yazarın bakmasını/görmesini de örtüyor. Hıza karşıt bir ideoloji üretmek artık bir zorunluluk ve bu sekter/konformist yapıya karşıt bir ideoloji (edebiyat bağlamında) ancak yazı disiplinleri eliyle kurulabilir. Yazı disiplinleri; yazarı alışkanlıklardan, sıradanlıktan ve benzeri tüm tuzaklardan koruyan bir zırh örebilir.
Yazı disiplinleri
Her iş/meşgale için geçerli olduğu gibi, yazarlık da kendi iç dinamikleri olmaksızın var olamaz. Yazarı zamanla koşutlayan bu dinamikler, “yazan kişi”den “yazar”a varan yola ışık tutar haliyle. J. P. Sartre’ın “Bazı şeyleri söylemeyi seçmek için değil, seçilenleri belli bir biçimde söylemek için yazar olunur,” önermesini mihenk kabul edersek, edebi metnin eksilterek söyleme üzerine kurulduğuna dikkat çekip “kusarak değil, yutarak yazılır,” vurgusuyla; boşluklar bırakarak yazmaktan söz etmek gerekir. Her şeyimizi ele geçirme çabasındaki iktidarlara karşı, kuşkuyu diri tutma gereği ısrarla yinelenmeli. Yanısıra, tekrarlardan arınarak ve şifreleyerek yazma, zaman atlamaları yapma, slogandan ve yüceltmeden kaçınma, nostaljiden uzak durma gibi temel disiplinlerden de hakkıyla söz etmeli. Bu disiplinler olmaksızın kurgulanmış bir metnin gelecek projesi üretmekten alıkoyacağı anımsatılmalı. Günümüz yazınının çakaralmaz metinleri düşünüldüğünde, yazınımızı çevreleyen gerçekliğin bir travma olarak da görülebileceği ortada. Tüm parıltısına ve görkemine rağmen, var olan, “cansız bir imaj”dan öte değil neredeyse hiçbiri. Kazınan her parlaklığın altından kirli tortular çıkıyor. Oysa yazar, yazıyı önceleyerek toplumsal hayatla ve onun kurallarının hemen tümüyle çatışıklı bir hayatı göze alabilmeli.
Yazı disiplinleri eliyle oluşturulacak eylemlilik, “kurgu süreci”ni var edecek tek yöntemdir. Çünkü dış dünyayla yazar arasındaki çelişki, toplumsal gerçeklikle yazı gerçekliği arasına da önemli bir mesafe koyar. Dış dünya, bakıp gördüğü üzerinden kesin sonuçlara yönelirken yazar, gördüğü tarafından görüldüğünü algılayarak bir “üst dil” yarattığını anımsar. Kesinlemelerden kaçınmayı ve olasılıkları görmeyi öneren bu üst dilin deneysel düşünmenin tohumu olduğunu bilir. Ancak deneysel düşünmeyle geleceği göze almak ve bugünün yerleşikliğine savaş açmak mümkündür. Ortalama bir anlam için kodlanmış ve yaşamın ortasına savrulmuş/yerleştirilmiş imajlar, kurguya asla yetmez. Hemen her şeyin göründüğünden daha fazlası olduğunu yinelerken, amacı yazıyı gündelik algılayışın egemenliğinden kurtarmaktır. En sığ izlenimci tanımlamayla bile “Yazarın tanıklık dili”, akıl ve anlam dünyamıza yerleşmiş gerçekliği sarsacak olandır.
Aza Şirkan Yılmaz