Marx’ın yazılarının çehresini genel olarak insan doğası değil daha çok üretim tarzı, üretim ilişkileri, sınıf, değer gibi etkenlikler üzerine düzenler ve bireyin toplum ve doğayla kurduğu ilişkiyi bu kavramlar üzerinden inceler. Yabancılaşma kavramını ise ayrı bir eserde ele almamış, daha çok erken ve geç dönem yazıları içerisinde üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki tarihsel süreç bağlamında ele almıştır. Biz bu yazıda kısmi olarak Marx’ın yabancılaşma kavramı üzerinde birkaç söz söylemeye çalışacağız.
Nedir yabancılaşma? Yabancılaşma, özel mülkiyetin ortaya çıkmasından itibaren insanın fiziksel ve zihinsel durumu ile insanın özsel doğasına olan uzaklaşması olarak ifade edilebilir. Yabancılaşma sınıflı toplumun bir ürünüdür ve tarihin farklı dönemlerindeki üretim ilişkilerinde farklı formlarda ortaya çıkar.
Kapitalist üretim ilişkilerinin insanı kendi emeğine yabancılaştırdığı kadar, insanların diğer insanlarla arasındaki ilişkiye de yabancılaşması, insanın kendi doğasına yabancılaşması da söz konusudur. Kapitalist üretim ilişkilerinde insanın ürettiği ürün ile ne yapacağı, nasıl yapacağı üzerinde hiçbir karar verme rolü yoktur. Bu süreç insanın kendi ürettiğinden ve üretici emeğinden koparılması sürecidir. Üretken emeğini ve insanın kendi ürettiği ürünü elinden aldığınızda artık geriye kalan sadece soyut bir insan kavramıdır. Birey artık insanın özüne dair olan her şeyini yitirmiştir.
Peki emeğin yabancılaşması durumunu ortaya çıkaran nedir?” İlk olarak çalışmanın işçiye dışsal olduğu gerçeğidir; özsel varlığına uygun değildir. Bu nedenle çalışırken kendisini onaylamaz, reddeder; rahat hissetmez, mutsuzdur; fiziksel ve zihinsel enerjisi özgürce gelişmez, bedenini çürütür ve aklını iflas ettirir. Bu sebeple işçi kendisini sadece işi dışında hisseder; işini ise kendi dışında hisseder. Çalışmıyorken evindedir, evindeyken çalışmıyordur. Bu sebeple çalışması gönüllü değildir, zorladır; zorla çalıştırmadır. Bu nedenle çalışması ,bir gereksinimin doyurulması değil; onun [çalışmanın] dışındaki gereksinimlerinin doyurulmasının bir aracıdır ”diyor Marx. Görüldüğü gibi insanın özgür üretken emeğinin ve ürettiğinin sahibi olmadığı bir üretim ilişkisinde çalışmak bir pranga etkisidir. İnsanın ürünüyle olan ilişkisi ve bu ürüne sahip olan arasındaki çelişkili ilişkidir yabancılaşmayı meydana getiren.
İnsan kendi ürününe yabancılaşmıştır, çünkü bu ürünü ortaya çıkaran eylem artık başlı başına yabancılaşmış bir eylemdir. Ürettiği ürün artık onu üreten bireyin karşısına başlı başına bir güç olarak çıkmıştır. Ve kapitalist üretimde işçi artık ne kadar çok üretirse tüketmek için o kadar azına sahiptir. Kapitalist için ürettikçe, kendisini daha çok tüketir. ”İşçi, kendisini ne kadar harcadıysa, kendi karşısında yarattığı yabancı nesnel dünya da o kadar az kendisine ait olur… İşçi yaşamını nesnesine aktarır; ama şimdi yaşamı kendisine değil, nesneye aittir. Böylece, bu etkinlik ne kadar büyükse, işçinin nesnelerden yoksunluğu da o kadar büyük olur. Emeğinin ürünü her ne olursa olsun, ona ait değildir. Bu nedenle ürün ne kadar büyükse, kendisi o kadar küçüktür” diyor Marx. Bireyin emeği kendi karşısına böylesi büyük bir güç olarak çıkar. Artık ürettiği ürünün sahibi olamadığı gibi aksine ürettiği ürün bizzat onu üreten kişiye sahip olmuş, meta fetişizmi olarak adlandırdığımız durumu meydana getirmiştir. Cansız olan bir nesne (yada meta) canlı olan emeğe (yani insana) hakim olmuştur. İşçi ve ürünü arasındaki ilişki öyle bir hal almıştır ki işçinin ne yapacağını ürünün ne olduğu ve onun üretim süreci belirler.
Peki devleti, yabancılaşmayı tartışırken hangi konuma koyacağız? Devlette toplumun sınıflara bölünmesinin bir sonucudur. Özel mülkiyetin ortaya çıkması, insan emeğinin sömürülme sürecinin başlaması, bu ilişkilere denk düşen bir üst yapı kurumunu kendi doğalında ortaya çıkarmıştır. Devlet toplumun sınıflara bölünmesinin doğal bir sonucudur. Tarihin farklı dönemlerinde farklı üretim ilişkilerinin meydana getirdiği toplumsal yapılara göre devlet o dönemin egemen sınıfının bir yönetim aracı olarak belirir. Tarihin her döneminde devlet, egemen sınıfların baskı mekanizması olarak iş gören bir aygıt rolünü görmüştür. Devlet bu rolüyle insan emeğinin her daim sermayenin boyunduruğu altında kalmasının garanti altına almaya, bürokratik, askeri vb. yol ve yöntemlerle aslında insanın yabancılaşmasının nedeni olan özel mülkiyeti ortadan kaldırmasının önüne geçmek, sınıf bilincinin emekçi kesimlerde uyanmamasını hedef edinmiş bir kurum görevini görmektedir.
Fakat günümüzün koşulları Marx’ın yaşadığı döneme göre daha karmaşık bir hal almıştır. Sermayenin küresel çapta çok geniş bir coğrafyaya yayılması, üretim teknolojilerindeki muazzam gelişme, taşeronlaşma yoluyla emekçilerin parçalı yığınlar halinde çalışması, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, emek-sermaye çelişkisinin getirdiği yabancılaşmanın üzerine çok daha fazlasıyla katlar çıkmıştır. Bu dönemde devlet mekanizması gelişen ve değişen şartlara göre kendini biçimlendirmiştir. Özellikle kitle iletişim araçları egemen sınıfların gelişmekte olan her yeni süreci kendi lehine çevirebilecek şekilde bir manipülasyon silahı olarak kullanmaktalar. Bu araçlar, zaten sınıf bilincinden yoksun olan geniş emekçi kesimlerin algılarını değiştirmekte, egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre yeri geldiğinde milliyetçiliği yeri geldiğinde dini duyguları kaşıyarak emeğine ve doğasına yabancılaşmış insanı toplumsal alanlarda da renk, ırk, dil, din, mezhep gibi başlıklar üzerinden bir kez daha yabancılaştırmaktadır.
Eğer yabancılaşma toplumun sınıflara bölünmesiyle beraber ortaya çıktıysa, aynı şekilde sınıfların ortadan kalkmasıyla da yabancılaşmanın ortadan kalkmasının şartları oluşabilir. Sınıfların ortadan kalkmasıyla beraber insanın üretici eyleminin önündeki engellerinde ortadan kalkacağını öğretir bize Marx. Böylelikle insan, modern sınıfsız toplumda kendi özüne ait olanı yakalamış, ürettiğinin ve üretici gücünün hakimi olmuş olur. En nihayetinde o zaman “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” şiarını yerine getirebilmiş oluruz.