Demirtaş Ceyhun’un daha önce Habora Kitabevi Yayınları tarafından baskısı yapılmış araştırma kitaplarından biri, Haç’lı Emperyalizm. Güncelliğini yitirmeyen bu kitap Seyyit Nezir’in de geniş bir önsunumuyla yeniden yayınlandı, tam 42 yıl sonra. Kitabın arka kapağına bu tarihsel araştırma için iddialı bir not düşülmüştü:
“Dinler, geleceğe yönelik mutlu düzen özleminden doğmuş toplumsal olgulardır. Kapitalizmle halkların din olguları arasında teorik bir çatışma vardır. Ve bu teorik çatışma, uygulamada devlet erkini elinde tutan kapitalizmin başarısıyla sonuçlanmıştır. Gerek feodalite, gerekse ticaret ve sanayi kapitalizmi dini denetim altına alabilmek için elinden geleni yapmış, sayısız insan kanı dökmüştür. Bizce bankerlerin, sermayedarların, plütokratların yani kapitalizmin insanlığı sürekli olarak egemenlik altında tutabilmesi, ancak dini denetim altına alacak düzenleri kurmasıyla mümkün olmaktadır. Bu kitap Anadolu`da bunun nasıl oluştuğunun hikayesidir.”
2009’un Temmuz’unda kendisini kaybettiğimizde kitabın henüz baskısı Broy Yayınlarınca yapılmamıştı sanırım. Çünkü kitap aynı yıl Kasım ayında Seyyit Nezir tarafından kendi yayınevi tarafından yayınlanabilmişti (Broy Yayınevi/Sis Çanı Yayıncılık). Eski bir kitap olmasına rağmen konusu günceldi.
Seyyit Nezir’e gelirsek. O daha çok şair yönüyle tanınmış buna bir de bastığı kitaplarla yayıncılık kimliğini de eklemiştir. Tabi dergicilik geçmişi de olan yazar ilk şiir kitabı “Şili Duyarlılığı”nı basarak edindiği bu kimliği Broy Yayınevi ardından kurduğu Sis Çanı Yayıncılıkla sürdürüyor.
Demirtaş Ceyhun’un daha önce ve çeşitli yayınevlerinden çıkmış araştırma-inceleme kitapları Sis Çanı Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanıyor. Haç’lı Emperyalizm, “Anadolu devletlerinde toprak düzeni ve devlet-din ilişkileri üzerine bir inceleme.” Ceyhun, Anadolu’da tam olarak kapitalistleşmemenin ve toprak düzeninin sonuçları üzerine kurduğu bu düşüncenin izini göç olgusu çerçevesinde “Ah Biz Karabıyıklı Türkler”, “Ah Biz Göçebeler” ve “Türk Edebiyatındaki Anadolu” kitaplarında da sürmüştü. Kitabın başındaki alıntı (epigraf) incelemede öne sürülen hipotezlerden de birisi:
“…ekonomisi fetihlere dayalı bütün Doğulu İmparatorluklarda olduğu gibi
Osmanlılarda da, özel toprak mülkiyeti hakkı kavramından yoksun ve bütünüyle sultanların iradesine bağımlı üretim ilişkileri, bu süreçte öteki Batılı toplumlarla birlikte gerekli evrimleri geçirip feodal döneme sıçrayamamıştır. Dolayısıyla da kesinlikle kapitalistleşememiş, bu Doğulu karakterini 19.Yy’ın ikinci yarısına kadar korumuştur. Bu nedenle, düşünce ve felsefesi de, öteki Batılı toplumlardakinden oldukça farklı yapıdadır.” (D. Ceyhun)
Benzer geçmişe bağlayanlardan biri de Fransız tarihçi Fernand Braudel’dir. Braudel’e göre 19.Yy’a kadar Avrupa’da modern devletin gelişmemesi kapitalizmden yoksunluğa bağlıdır. Friedrich Engels ise Anti-Dühring adlı yapıtında 19.Yy’da yeniden şekillenen devletlerin (modern) kapitalist bir makine haline dönüşerek sermayenin de ulusal karakter kazanmasıyla ortaya çıkan sömürü düzeninin bir mülkiyet sorunu olduğunun altını çizer. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir rol oynardı. Özel mülkiyet kurumunun varlığı günümüzde olduğu gibi eski uygarlıklarda bile çok eski çağlardan beri zora dayalıydı. İşte bu tarihsel şiddetin (zorun) kısaca despotizmin rolü devletle din kurumları arasındaki ilişkileri de belirledi.
Hikmet Kıvılcımlı, “Her toplumun temeli üretim olduğuna göre prekapitalist üretimin yerine kapitalist üretimin geçişi bir toplumun bütünüyle tepeden tırnağa altüst olması demektir. Onun için tarihte sosyal ihtilalcilik kapitalizmin icadıdır.” der. (Üretim Nedir? Derleniş Yayınları, 5.Baskı, S.53). Kıvılcımlı’ya göre, kapitalizmin tarihte işbölümüyle açtığı ileri yol sonucu toplumun ortaklaşmasıdır, sosyalleşmesidir. Bunu derken Max Weber ve Werner Sombart gibi din ve kapitalizmi uzlaştıran modern kapitalist devlet kuramcılarını unutmamak gerekir. Weber, ünlü eseri Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu)’ta “Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası; özellikle çağdaş işkollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim görmüş personel, Protestan özellikleri taşır” diyordu. Werner Sombart da “The Jews and Modern Capitalism (Kapitalizm ve Yahudiler)” adlı kitabında Yahudilik ve kapitalizm arasındaki uyumu irdelemiştir.
Osmanlı toplum yapısı ve çözümlemeleri ile tanıdığımız ve Şeyh Bedreddin incelemeleriyle dikkatimizi çeken Alman tarihçi Ernst Werner, bu kitaplardan birisinde F.Engels’in saptamasını ortaya koyar: “Yakındoğu’ya toprak mülkiyetini Türkler getirmiştir.” (Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, Kaynak Yayınları, 2.Basım, S.15)
Bu kitapta Werner, Osmanlı’daki özellikle Mustafa Börklüce ve Şeyh Bedreddin’in ayaklanmalarının kökenlerine değinmiş, her ikisinin arasındaki farkı ve dünyadaki köylü hereketleriyle Türklerin tarihindeki en önemli olay olarak nitelediği Osmanlı toplum yapısında gerçekleşen bu hareketi karşılaştırmıştır.
Osmanlı toprak düzeni ve devletçiliği hakkındaki görüşleriyle de bilinen Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da şöyle demektedir: “Tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, tekele alan, denetleyen sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek kısacası toplumun varolabilmesini savunmak için sizin devletiniz sırasında despot da olmak zorundadır. Sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur.” (Tekin Yayınevi, 14. Basım, S. 147-148) Tahir’e göre batılılaşma ile birlikte bu karakteri ortadan kaldırılmıştır.
Hikmet Kıvılcımlı da bu tahlile katılmakta. Kıvılcımlı’ya göre Tanzimat, Kanuni Esasi, Meşrutiyet, Cumhuriyet vs reformlarla yani batıcılık (Türkçesi kapitalistleşme) cereyanıyla milli topraklar zenginlerin mülkiyetine geçirilmiştir. Bunlarla Modern Türkiye’nin yeni emlak ve arazi sahipleri oluşmuştur:
“Gerek İslam gerek Bizans medeniyetinin son günlerinde toprak ilişkileri; toprakta çalışanların (köy üretmenlerinin) yaşayışını dayanılmaz işkence durumuna sokmuştu. Göçebe Türk geldi. Anadolu’nun ve Rumeli’nin ister İslam olsun ister hristiyan olsun Selçuklu Bizanslı derebeğilerini kılıcı ile temizledi. Ve temizler temizlemez ele geçirdiği derebeği topraklarını bugün pek çok sosyalist ülkelere parmak ısırtacak eşitlikte çalışanlara dağıtıverdi. İşte Osmanlıcılığın gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü ve toprak ihtilali yapan Osmanlı Türkiyesi ilk günlerinde kadim çağların en çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl düzenlerinden birini yaşadı” (Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e.)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu da “Ankara” romanında yerdiği batılılaşmanın Türkiye toplumu üzerindeki olumsuz etkilerini benzer biçimde ifade eder: “Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lazım gelirdi.” (Ankara, İletişim Yayınları, 27.Baskı, S.123) Yazar yine Kemal Tahir de olduğu gibi “Selma Hanım’ın evindeki viskili, çaylı ziyafeti şerbetli mevlütten 2-3 km’lik bir mesafe ayırıyordu. Yarım saat evvel aksayı garpta (uzakbatı) idi. Şimdi ortaçağ Asyasının göbeğinde. Bu kadar iri caçlı (eğri büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı?” diye de soruyordu.
Üretim Nedir?’de “20.Yy’da kapitalizmin derebeğiyleşmesi demek olan finans-kapital ile tefeci-bezirganlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen hemen cancana, baş başa kuzu sarması oldular. Ve bu eşleşmeden bizim ‘karma ekonomi’ dediğimiz sistem dünyaya geldi.” diyordu Hikmet Kıvılcımlı. Doğunun despotluğu batı sömürüsü arasında yuvarlanıp duran Türkiye…
Avrupa tarihindeki gelişmeler ve Eski Roma Hukuku, Avrupa hukukunun şekillenmesinde ve daha sonra ortaya çıkan Hristiyanlık idealist düşüncesinin gelişiminde etkili olmuştur. Güçlü bürokrasi ile idari mekanizma Roma devletinin yönetiminin temeliydi. Roma hukuku özel hukuku savunuyor, imperium denilen kamu otoritesi ve gücünü imparatora (şefe) vekalet yoluyla devrediyordu . İmparatorluk döneminde yönetim erkinin tek bir kişinin elinde toplanması (princeps) yani halkın iktidarını princeps’e devretmiş olduğu kabul edildiğinden, Roma İmparatorları Roma’nın yüceliğini kendilerinin temsil ettiklerini ileriye sürmüştür. Bir tür tanrısal güç kazanan İmparator, yurttaş olan ya da olmayan herkesi bu simge etrafında birleşmeye çağırıyordu.
Antik Yunan stoacılığının Roma’ya da tabi kılınması, orada bu panteist akımın bir form oluşturması tek bir dünya devletini savunmalarında yatar. Stoacılığın bu karakteri İmparatorun ve kilisenin görüşüne de uygun düşüyordu. Hristiyanlık dogma ve prensiplerini diğer felsefik fikirlere karşı savunma dönemi olarak anılan Patristik dönemde Augustinus adlı Hristiyan düşünür felsefeyi de dine tabi kılmıştı. Civitas Dei (Tanrı Devleti) adlı eserinde Hristiyan kilisesini Tanrı’nın şehri olarak nitelendiriyordu. Aziz Augustinus ile birlikte yaşanan bu ideolojik dönüşüm sayesinde Roma evrenselliğini ilan etmiş ve Roma’nın yazgısının dünyanın yazgısı olduğu kabul edilmiştir.
Hristiyanlık öncesi Roma toplumu sınıflı bir yapıya sahipti. Devletin yönetim örgeni centuria adı verilen mecliste söz sahibi olanlar ağırlıkla aristokratlardı (patrisyenler). Bu organlar askerler, büyük toprak sahipleri ile orta halli çiftçilerden oluşmaktaydı. Romalı soylulara göre iki asil meslek söz konusu idi: Tarım ve askerlik. Buna karşılık zanaatkarlar ve fakirlerden oluşan halk kitlesinin (plebyenler) mecliste temsil olanağı çok zayıftı. 9.Yy’da, İmparator Valentinian II. Gratian ve Theodisius I’in fermanlarıyla Roma’nın resmi dini haline getirilmiştir Hristiyanlık. Aziz Paulus’a göre, “Tanrıdan gelmeyen yetki ve iktidar yoktur (Comnis potestos adeo)”. Böylece o zamana değin gayrı resmi olarak var olan kilise resmen toplumsal hayata giriyordu Hıristiyanlık düşüncesinin, Yunan-Roma düşünce geleneğinden temel farkı, akıldan ziyade “ruh”a hitap etmesinde yatar. Bu defa halk mutlakiyet yerine iki otoriteye boyun eğmek durumunda kalıyordu: Cismani ve ruhani iktidara (düalist iktidar). Yani Hz.İsa’nın dediği gibi, “Sezar’ın hakkı Sezara, Tanrının hakkı Tanrı’ya” ait olacaktı.
Roma İmparatorluğu din sayesinde baskıları ve talanı (emperyalist emellerini) gizlemek ve bunlara meşruluk kazandırmak hedeflemiştir. Roma İmparatorluğu İ.S. 9.Yy’a gelindiğinde, çok farklı kavimleri bir arada tutmak için, yaklaşık dört yüz yıldır var olan Hıristiyanlık dinini manevi bir çimento olarak kullanmak yoluna gitmiştir. George Sabine, “dinin desteği olmaksızın dünya imparatorluğunu sürdürmek hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Çağdaş ulusçuluk duyguları gibi sağlam bir bağdan yoksun olan halklar, şehirler ve kavimler arasında ortak bir dinden başka bir birleştirici ilişki kuramıyorlardı” der. İktidara karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek anlamına geliyordu. Hristiyanlık idealist düşüncesine (metafiziğine) göre sosyal eşitsizlikler önemsenmiyordu; egemen-sınıfçı, statükocu idi ve eşitlik sadece öbür dünya için söz konusuydu.
Bizans yaklaşık 7 yüz yıl boyunca yönetim şekli olarak “thema” adı verilen idari birliklere ayrılarak yönetilmiş daha sonra da imparatorluğun küçülüp birbirinden ayrı parçalara bölünmesiyle ortaçağdaki gibi yeniden “apandaj“sistemine geri dönülmüştür. Bu birlikler 7 ila 14.Yy’lar arasında uygulanan askeri ve sivil yönetimi birleştiren ve tarıma dayanan idari birimlerdi. Başında da “strategos” denen komutan-valiler bulunurdu.
Apandaj, ortaçağdaki liyej-vassal ilişkisine dayanan yönetim sistemi (derebeylik) idi ve İmparatorluk üç apandaj bolgesine bölünmüştü. Bizans’ın çöküş dönemindeki etkenlerden birisi de toprağın eşitsiz bölüşümü ile olmuştur. İmparatorluktaki büyük zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplanmıştı ve çoğu, büyük arazilerden oluşan mülkler biçimindeydi. Büyük arazi sahipliği müessesesi İmparatorluğun başlangıcından itibaren Bizans toplumunun özelliklerinden birini oluşturmuştur. Büyük mülk sahipleri 9. Yy sonlarından itibaren küçük köylü toprakları aleyhine arazilerini genişletmeye başlamışlardı. Bizans İmparatorluğu’nda da bir tür tımar sistemi, Pronoia uygulanmaktaydı. Çöküş döneminde imparatorun soyluların kendi başına buyruk hareket etmesi ve kralın desteğini yitirmemek için bunların tevarüs edilmesine göz yumması sonucunda pronoia iktaı yani imparatorca bağışlanmış mülklerin ve diğer varlıkların miras yoluyla bırakılabilmesine izin verilmişti. Bir tür derebeyliğine yol açan bu etken imtiyazlı sınıflar oluşumuna yol açmıştır. Paleologos hanedanı zamanında hem dünyevi ve ruhani büyük arazi sahiplerine verilen imtiyazlarla büyük arazi sahiplerinin vergi yükümlülüğünün ortadan kalkmış olması hem de devletin asıl yükünü çeken yarı-özgür (paroikoi) köylülerle küçük toprak sahiplerinin varlıklarını kaybetmesinden dolayı devletin ekonomisi daha da bozulmuştur.
Umberto Eco, “La Ricerca Della Lingua Perfetta (Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı)” adlı kitapta şöyle demektedir: “Ancak Modern dünyanın kastettiği anlamda Avrupa’dan sözedebilmek için Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve Romalı-barbar krallıkların doğuşunu beklemek gerekecektir.” Ne haçlı yardımları ne de doğu zenginlikleri Bizans’ın yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü engelleyemiştir. Bizans’ın çöküş nedenleriyle Batı Roma’nın çöküş nedenleri örtüşür (her ikisinde de meydana gelen toprakların imparator ve yakın çevresine paylaştırılması, ekonomik sebeplerle derebeyliğinin desteklenmesi ve küçük üretmenliğin ortadan kaldırılması ile yabancı ve paralı askeri güce dayanması gibi nedenler).
İktidarın güce dayanması fikrini İtalyan Rönesansı düşünürlerinden Makyavelli’de de görürüz. Prens sevilir ve korkulur olmalıdır. Makyavelli’ye göre de din devletin bir aracıydı. İlk eseri “Konuşmalar”da uzun erimli bir cumhuriyet rejimini ileri gören düşünür İtalya’nın işgal edilmesi üzerine İtalyan birliğinin sağlanması amacıyla hükümdara öğüt niteliği taşıyan (Lorenzo de’ Medici) ve kısa erimde tek çözüm olarak monarşik ülke yönetimini ele alan bir yapıt yazar: Hükümdar (ya da Prens). Monarşi onun gözünde devlet-güç-uygarlık ilişkisine dayanır. Niccolò Machiavelli bu kitapta şöyle demektedir: “Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü araştırmaya kalktığımızda birincil nedenin Gotlardan aldıkları paralı askerler olduğunu görürüz. İmparatorluğun güç yitirmesi buradan başlamıştır. Romalı saygınlığını yitirdikçe Gotlar saygınlık kazanıyordu. Kendi öz silahlarınız yoksa hiçbir hükümdarlık güvende değildir. Hükümdarın öz silahlı gücü ya uyruklarından, ya yurttaşlarından ya da kendi adamlarından oluşur, geri kalanı ya paralı ya da yardımcı askerlerdir.” (Hükümdar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, S.55-56)
Hikmet Kıvılcımlı “Üretim Nedir?”de “Osmanlı Türkiyesi ilk günlerindeki en insancıl düzeninden bugünlere nasıl gelmişti?” sorusuna şöyle açıklık getiriyor: Osmanlı ilk yıllarında beytül mal’i müslimin yani fethettiği toprakları müslümanların mal evine dönüştürüyor (miri arazi dediğimiz) sonra beğendiğine aktarıyordu. Devlet, 1695 yılında yayınlanan ferman ile mukataaların kayd-ı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Buna da kesimcilere ömür boyu kiralan mülk, toprak anlamında “malikane” sistemi adı veriliyordu. Osmanlı mukataa (kesim düzeni) usulüyle miri toprakları şeriate yani Allahın emrine aykırı olarak (zındıklık) kişilere aktarıyordu (yani aşırma). Vakıflarla hazineye para sağlamak bahanesiyle toprakların Allaha adanması, aslında Müslüman malevi topraklarının kişilere mülk olarak satılması demekti.
Dirlik düzeni (tımar sistemi) Osmanlı toprak ihtilali ile kurulmuş bir tarım ekonomisidir. Tımar sistemi Tanzimat fermanına kadar uygulandı. Askerlere verilen –işgaliye- 20 ila 3 bin akçelik dirlik özetle merkezin taşra egemenliğini amaçlıyordu.
Tımar sisteminin tam olarak işlediği Osmanlı Klasik Dönemi, Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemi olmuştur. Sistemin kökeni Ortaçağ İslam dünyasındaki “ikta” sistemine dayanmaktadır. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında uygulanmış daha sonra kuruluşundan itibaren (Osman Gazi) Osmanlı devletinde de devam etmiştir Bursa’nın ve İznik’in fethinden itibaren Osmanlının tam olarak yerleşik düzene geçmeye başladığı dönemde daha da gelişmeye başlayan tımar (arazi) sistemi savaşçıların ganimet karşılığı aldığı paylardan (akçe ve bir parça toprak) oluşuyordu. Barış zamanlarında savaşçılar bu vergiden muaf olarak toprağını işleyen hayvancılık yapan çiftçilere dönüşüyordu.
Daha sonra Osmanlı’da da tehdit olarak algılanan yerli halk ve göçebeler sorunu devşirmeler (yeniçeri) ve tımar sistemiyle çözümlenmeye çalışılmıştır. Seyyit Nezir de Osmanlı’dan bugüne Toplum ve Devlet’ten (Kaynak Yayınları) alıntılayarak Haçlı Emperyalizm’de benzer bir notu düşüyor: “Nizamülmülk Siyasetnamesinde halk kitlesiyle kan bağı bulunmayan bir ordu kurulması için farklı etnik soylara dayanma ilkesini getirir. Doğu Perinçek, Selçuklu ve Osmanlı’daki bu uygulamayla yönetimin kendisini güvenceye alışına dikkat çeker: Nizamülmülk’ün teorisini yaptığı yeni sınıflı toplum ve devlet, kan bağının çözülmesi temelinde kurulmuştur. Osmanlı, bu temelin daha da olgunlaştığı bir zeminde yükselir. Devşirme yeniçerilerin oluşturduğu bir merkezi ordu, geniş Türkmen kitlesi üzerindeki hakimiyetin garantisidir.” (a.g.e., S. 122) Büyük Selçuklu Devletinin İran kökenli bu ünlü başveziri, toprak sisteminin merkezileşmesi ve medrese sisteminin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı. Werner de Nizamülmülk’ün devlet felsefesinin (Siyasetname) temelinin büyük bir imparatorluk hayali ile boyunduruk altına alınan halkların baskı altında tutulmasına dayandığını ifade etmektedir.
Dirlik sistemiyle hazineden para harcamadan güçlü ordular oluşturulmuş, dirlik bölgesinin asayişi sağlanmış ve devletin de iç ve dış güvenlik sorunları çözülmüştü. Üretimde süreklilik sağlanmış, ülke bayındır hale getirilmiş, göçebeler yerleşik hayata geçirilip halka zarar vermeleri önlenmiş, böylece sosyo-ekonomik dengeler korunmuştu. Timur’la yapılan savaştan dolayı bir duraklama dönemine giren tımar sisteminde Fatih Sultan Mehmet devrinde tımar topraklarının arttırılması ve aksaklıkların giderilmesi konusunda yeni düzenlenmelere gidilmiş, daha önceden devlete ait mülk veya vakıf haline gelmiş olan topraklar tekrar miri hale getirilmişti. Tımar teşkilatı Kanuni Sultan Süleyman devrinde tekâmülün zirvesine ulaşmıştı. Kanuni’nin tımarlarla ilgili fermanları bu hususta çok açık birer delil teşkil etmektedir.
“Türk Edebiyatındaki Anadolu” ve “Edebiyatımı Geri istiyorum” adlı kitaplardan da yola çıkarak “Ceyhun’un Şeyh Bedrettin’le özel olarak ilgilendiğini biliyoruz” diyor Nezir. Bu vurgusu Anadolu’daki ayaklanmalarla Avrupa’daki ayaklanmaların sosyal ve ekonomik nedenlerinin benzerliği ile sonuçlarının farklılığını vurgulaması açısından da dikkat çekici ve günümüze ışık tutmaktadır.
Şeyh Bedreddin incelemesinde Ernst Werner, “Avrupa’da Türkiye’den farklı olarak görülen şey, hukuki ve iktisadi durumun iyileşmesidir. Bu da sınıf mücadelesinin boşuna olmadığının ilerlemeye hizmet ettiğinin kanıtıdır” demektedir: “Luther, prensleri, derebeyleri, üst kademe görevlileri papa ve piskoposlara karşı ayaklandırmayı başarmıştı Müntzer’se köylüleri bütün bu kişilere karşı ayaklandırmıştı.” (Maurice Pianzola, Thomas Müntzer ve Köylüler Savaşı, Evrensel Basım Yayın, S.11)
Avrupa’da belki de en dikkat çekici olanı 1525’teki Thomas Müntzer’in başını çektiği köylü ayaklanmasıdır ve Almanya’da gerçekleşmiştir. Bin yıllık feodalitenin ardından yenileşme, Reform ve Rönesans hareketinin gelişmesiyle beraber aynı sırada köylüler, küçük toprak sahipleri ve kent üretmenleri (yani burjuvazinin ilk nüveleri) de eski düzenin egemen unsurlarına karşı (kilise ve derebeylerine karşı) Omnia sunt communia, yani “her şey ortaktır” sloganıyla ayaklanmışlardı. “Alman Köylüler Savaşı”nda Friedrich Engels, 16. yy.’da gerçekleşen Köylüler Savaşını ve Reform hareketini, Almanya topraklarındaki ilk burjuva devrim olarak yorumlar.
Hem Ernst Werner hem Hikmet Kıvılcımlı, burada adı geçen kitaplarda, Anadolu’daki ayaklanmaların en büyük sebeplerine vurgu yapar. O da isyanların temelinin Anadolu’da hüküm süren gerici karakterli tefeci-bezirgan sınıfın hakimiyetidir. Şeyh Bedreddin (özellikle Mustafa Börklüce’nin dayandığı temelde) ve daha sonraki Celali ayaklanmalarında da görülecek üzere isyanların gelişimini ateşleyen kıvılcım ile itici güç, sömürü düzeni ve köylünün artı değerine el konmasıydı. Mustafa Börklüce sınıf tandanslı tüketim komünizmine dayalı bir hareket planlıyor:
“Mustafa’da hoşgörü düşüncesi, deyim yerindeyse yüksek islamın yüzeysel, soğuk ve yararcı sahasından koparılmış ve halkın bağrına taşınmıştı. Eski düzen yıkılmadan ne dinsel ne toplumsal eşitlik elde edilebilirdi.” (E.Werner, a.g.e., S. 108)
Vakayinameler Börklüce’nin silahlı adamının 2-3 bin Ducas 6 bin adamdan oluştuğunu söylüyor (S. 99). M Fuat Köprülü ise Manisa yöresinde ayaklanan Torlak Kemal önderliğindeki Torlakların Osmanlı’nın Anadolu’yu merkezileştirmesine karşı ayaklanan Türkmenler olduğunu varsayıyor ve 7 bin taraftardan oluştuğunu belirtiyordu.
Beyazıt’ın Timur’a yenilmesiyle başlayıp Çelebi Mehmet’in Musa Çelebi’yi yenmesiyle biten Fasıla-i Saltanat (saltanat boşluğu) da denilen Fetret devri (1402-1413) içinde meydana gelen bu ayaklanmalar Avrupa’dakilerle mukayese edilecek olursa sayıca ve sürece daha geniş edimli bir isyan’a dönüşmüş harekettir. Beyazıt, I.Murad’tan farklı olarak doğu’ya özgü despot hayatı sürüyor, yörüklerin basit yaşam kültürüne karşılık devletin yönetiminde saraylı yoz kültürü benimseyerek ulemaya dayanıyor,eski gazi düşüncesine aykırı yabancı ordulardan kurulu yardım birliklerini savaşa sürüyor, hazine biriktirip halkını vergilendiriyordu. Beyazıt her türlü yöntemi kullanarak devleti feodalleştirmeyi amaçlıyordu. I. Murad ve Beyazıt için, askeri demokrasiden erken feodalizme geçiş döneminde fetih devletinin ihtiyaçlarını karşılayan tımar sistemi hedefledikleri asker aristokrasisinin oluşturulması için de gerekli idi. Ordunun güçlenmesi merkezi iktidarın güçlenmesine yarıyordu.
Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi Osmanlı’nın merkezi despotluğuna karşı Anadolu beyliklerinin daha özgür olması demekti. Ancak Beyazıt’ın daha esaret altındayken ölümüyle kardeşlerden en büyüğü Süleyman’ın da onu izleyip Türk savaşçıları yerine yabancı güçlere dayanması Anadolulu göçebe (yörük) kabileleri Musa’ya yöneltmiştir. Musa ise taht kavgasına girişen dört kardeşten en küçüğü Çelebi Mehmet’e karşılık Anadolulu Türk beylerinin desteğini arıyor, Osmanlı aristokrasisinden uzak durmayı tercih ediyordu. Ancak Musa öldürüldükten sonra Çelebi Mehmet her türlü yöntemle kabile savaşçılığını bastırmaya çalışacaktır. Ernst Werner kitabında antifeodal ve antiaristokratik güçler yanında Bedreddin’in de bir kazasker olarak Musa’nın safını seçtiğini belirtir.
Kıvılcımlı’ya göre derebeylik düzeninin getirdiği noktada kapitalizmin gelişmesine ayak uyduramayan medeniyetler çöküş içine girmiştir. Tüketim odaklı tarım ekonomisine dayalı devletler, Marx’ın ifadesiyle geniş yeniden üretim demek olan mükemmel alet ve metodlarla yapılan daha çok ve daha ucuza mal (meta) üretiminin yani kapitalist sistemin karşısında allak bullak olmuşlardı. Öte yandan Osmanlı’da köylülerin ve çiftçilerin alınterleriyle bayındırlaştırdıkları topraklar Tefeci Bezirgan sınıfın eline geçmiş, Osmanlı derebeyleşmişti: “Kendi anayurdu dışına matahlarını süren kapitalist üretim, oralarda dahi ekonomi ilişkilerini bire dek kırıp geçirdi. Örneğin Türkiye’de; Hindistan’da, Çin’de: Batı kapitalizmi ile yüzyıllardır süren ekonomik ilişkiler hep kapitalist matahlarının yaylım ateşi önünde prekapitalist ekonomileri (küçük esnaf ve köylü ekonomilerini) darma duman etti. Böylece yeryüzünün geniş bölgeleri sömürge yahut yarı-sömürge durumuna girdi.” (a.g.e.,Üretim Nedir?, S.54)
Üretim Nedir?’de Osmanlı’nın sosyal yapısı ile toprak ilişkileri ve toprak düzenini inceleyen Kıvılcımlı daha sonra yayımlanan “Finans Kapital ve Türkiye” adlı metinde ise finans-kapitalin Türkiye’deki işleyişini ele almıştır. Kapitalizm gerici emperyalizme yani Finans kapitalizme döndü. Finans kapital ne demek; tıpkı derebeylik sonrası toprakları eline geçiren tefeci bezirgan para babaları gibi birkaç büyük şirketin ve uluslar arası bankanın yani büyük kapitalin (sermayenin) yani yeni para babalarının tüm ekonomiye ve sosyal ilişkilere egemen olması demek. Basit üretim sürecinden henüz çıkamamış toprak reformunu da yapamamış Osmanlı Türkiyesi, batı kapitalizminin gözünde hammadde ve pazar sunan bir ihtiyat sömürgesi idi. İmtiyazlı borçlandırmalar yoluyla bunun önünü açıldı ve batı ticaret sermayesi halihazırdaki tefeci bezirgan sınıfı kompradorluk (acente bezirganlık) vasıtasıyla ülkeye girdi. Ve bunların hepsi pek azı dışında yabancı kökenli idi. İslamın fıkıh hükümleriyle yasaklanmış olan şeriat toprağının devrine bir de tefecilik (Kur’an’da riba) eklenmişti.
Kapitalizm 19.Yy sonuna kadar serbest rekabetçi idi. 20 Yy başlarında bazıları diğerlerini de ezerek tekelci (büyük kapitalist) konumuna geldiler ve gelişmiş ülkelerde tamamen baskın konuma geçtiler. Bu bir avuç kapitalist (oligark) oligarşi düzeni kurdu. Oligarşi yani plütokrasi zenginlerin tahakkümü anlamına gelir. Bunlar ekonomik yapı (alt yapı) temelinde bütün üst yapı ilişkilerine de (hukuk, kültür, politika, din) el attılar.
Terry Eagleton, “Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa, bunun nedeni ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale getirmesi değildi, kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler, kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti.” demiştir (Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, S.66).
Dünya Sistem Teorisi’nin kurucusu ve bağımlılık kuramının önde gelen savunucularından Immanuel Wallerstein ise, tarihsel kapitalizmin ilerici burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi yoluyla yıkılması imgesinin yanlış olduğunu savunarak, dağılmakta olan eski sistemin (feodalitenin) kendisinin, burjuvaziye dönüşen toprak sahibi yani soylularının, dağılmayı belirsiz sonlara doğru yol almaya bırakmaktansa, doğrudan üreticileri sömürme yetilerini ayakta tutmak ve önemli ölçüde büyütmek amacıyla köklü yapısal cerrahi işine giriştiklerini öne sürmekte idi (Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları, 4. Basım, S. 90).
Sanayi devrimi dalga dalga ve bir takım aşamalarla (buhar gücü, kömür gücü, çelik işleme, elektrik, iletişim ve elektronik) gelişmişti. Jack London plütokrasiyi “Demir Ökçe” olarak adlandırmıştı. Emperyalist kapitalizmin henüz başlarında kaleme aldığı romanda şunları yazıyordu: “Kapitalist sınıf kötü ve yanlış bir ekonomik sistem kurmuştur. Modern insanın mağara adamına bakarak bin defa daha fazla üretim kabiliyetine sahip olmasına rağmen, ondan sefil yaşaması gerçeği karşısında kapitalist sınıfın toplumu kötü yönettiğinden başka bir sonuca varılamaz.” (Demir Ökçe, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım, S.72)
Kapitalizmin ilk nüveleri kumpanyalar halinde ülkemize de girdi hem de daha 19.Yy ortalarında. Bir gemicilik kumpanyası, adı Şirket-i Hayriye. Başında 4 hacıağa yanlarında bir komprador Teodor Kurji diye biri. Şirket-i Hayriye, Türkiye’deki ilk anonim şirket ve ilk finans-kapital teşebbüsü. İkinci dünya savaşından sonra millileştirilerek Türkiye Denizcilik İşletmeleri adını almıştır. Neredeyse 1 Yy kadar faaliyeti var bu şirketin. Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Savaşı) Rusların güçlenmesi karşısında paniğe kapılan Fransızlar ve İngilizler Osmanlı’nın yanında savaşa giriyorlar. Savaşın sonunda da Osmanlı Devleti’ni bir takım dayatmalarla maddi kayıplarını bahane ederek borçlandırıyorlar. Duyunu Umumiye denen borç kurumu bu zaman kurduruluyor. Yönetenlerin hepsi yabancı başlarında İngiliz ve Fransız, nöbetleşe idare ediyorlar. Osmanlı yarı-sömürgeye dönüşürken batıdaki ilk liberal düşüncelerle tanışıyor. Tesadüfe bakın: Şirketi Hayriye’nin kuruluş tarihi 1854. Duyunu Umumiye’yi kurduran Osmanlı-Kırım Savaşı 1856’da çıkıyor.
Savaşın arkasından kumpanyalar devam ediyor. Önce demiryoluyla işe başlıyorlar, demiryolu hatları kurulması için imtiyazlar veriliyor. 1851’de Kahire-İskenderiye, 1856’da bugünkü milli sınırlar içinde, İzmir-Aydın arasında Osmanlı topraklarındaki ilk demiryolları kuruluyor. Ardından ilk borç (istikraz). 1858’de. Osmanlı Bankası’nı da yabancılar kuruyor. Osmanlı iflas ediyor. Bankaların, şirketlerin sayısı artıyor. 20.Yy’a girildiğinde bütün kaynaklarıyla Finans-Kapital’e teslimiyet bayrağı çekilmiştir.
Finans-Kapital özellikle mal ihracını kullanır ancak daha çok para transferi (sermaye ihracı) yöntemiyle yani parasını satarak ülkelerin ekonomilerini ele geçirir ve o ülkelerde nüfus bölgeleri kurar. Halk içinden finans-kapitale karşı doğal, ilerici-devrimci tepkiler ortaya çıkar. Oligarşi kendisinin hakim olduğu bu düzenin bozulmasını ister mi? Devrimcilerin tepkilerine karşı gericilikle baskı altında tutmaya ve önlem almaya çalışır.
Türkiye’de finans-kapitalin ortağı kimdir? Bu başlığın altında başka bir broşüründe şöyle diyor Kıvılcımlı:
“Türkiye’de, Finans-Kapital’in, yarınına güvensiz bıraktığı ‘vahşi kapitalist’ zümreleri, sosyal ve politik stratejide; Babil çağından kalma antika tefeci-bezirgan sınıfı ile hiç karıştırılmaya gelmez. Şehirlerde modern ‘vahşi’ kapitalistler işçilerle karşı karşıyadırlar. Ama Finans-Kapital ile de, az çok gırtlak gırtlağa gelirler. Taşranın Tefeci-Bezirgan sınıfı, dünkü bugünkü acemi çaylak sömürgenleri değildir. Binlerce yıllar tortulaşmış ve milletin ciğerine iliğine işlemiş gericiliğin en ağır değirmen taşıdır. Demokrat Parti gibi Türkiye yığınları için anlaşılmaz yabancı bir terimi yüzde yüz öztürkçe ‘Demir-Kır-At’ biçiminde somutlaştırıp popülarize eden ve en ücra köylere dek dev petrol şirketlerinin benzin istasyonları ile sokan sınıf odur. DP’nin açtığı, AP’nin geliştirdiği büyük Finans-Kapital kumarında en hırslı, en kinli ve en ateşli taşra oyuncuları kasaba tefecileri, eşrafları, ayanları denilen vurgunculardır.” (Türkiye’de Sınıflar ve Politika, 4. Baskı, S.17-18)
Yine tesadüfe bakın çok partili sisteme, sözde demokratik hayata geçiş ve DP’nin iktidara geliş tarihi: 1950. Peki Türkiye’nin kurucu kadroları bunu bilmeden mi yoksa bilinçli olarak mı yapmışlardı? Yani antika Tefeci Bezirgan zümrenin, tekelci kapitalizminin ortaklığına yani kompradorluğa soyunmasına göz yumulmuş muydu? Hikmet Kıvılcımlı şöyle yanıtlıyor, aynı kitaptan ve aynı sayfalarda:
“Türkiye Finans-kapitalistlerinin sayıları parmakla sayılacak kadar azdır. Bu azlık vaktiyle (1945’lerde) Amerikan telkini ve baskısı altında çok partililiğe geçilirken, sırf sayısı yüzünden küçümsenmiş ve önemsenmemişti. Hala da Türkiye’nin hatta sol düşünür ve sosyalist iktisatçı geçinir kişilerinde ve çevrelerinde ‘yok’ sanılacak kadar kendisini kamufle etmeyi bilmiştir. Bu ‘yolculara’ o zamanki CHP’yi salık verebiliriz. CHP uluları kendi kanatları altında üreyip türemiş Finans-Kapital palazlarını gülünç derecede azınlıkta ve Bayar ile Menderes kertesinde ‘Başıbozuk’ gördükleri için önemsememişlerdi. Tersine, okşayıp şımartarak, valisine, polisine öğüt ve garanti vererek, başa güreşe itmişlerdi.”
“Durmayalım Düşeriz!”: Bunun CHP ve tek parti döneminde Amerikan bezlerine yazılıp sokak başlarına asılan bir slogan olduğunu hatırlatıyor Kıvılcımlı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Sünuf’u Devlet yani Devlet Sınıfı’nın ( politik ve askeri idare) kapitalist üretimi teşvik için giriştiği çabalardan birisi de budur. Celal Bayar’ın desteklenen özelleştirmeci politikaları-Milli Şef’in aşırı bulunan devletçi politikaları, CHF ile SCF saflaşması, birinci dünya savaşı, 1929 büyük ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşı… Bunlar genç cumhuriyet ekonomisinin kırılma evreleridir hem de devletin rotasını belirleyen dönemler.
Osmanlı döneminde kestirmeden düzen atlamaya çalışan kapitalistliğe soyunan devlet, yeni devletle beraber işçileri ve köylüleri yine sosyal-ekonomik gelişmelerin dışında tutup yok saymıştır. Tefeci Bezirgan takımının üstüne Sünuf’u Devlet’i koyan yönetici erki, yeni bir tüccar yeni bir kapitalist sınıf yaratmak istiyordu. Batıyla boy ölçüşebilmek adına 1923’te İş Bankası kuruldu. Bakarsanız kurucularına çoğu milletvekili, devlet mümessilleridir. Geriye kalan Osmanlı’nın Tefeci Bezirgan döküntüleri (zadeler).
İş Bankası kömür işine ve öbür madenlere el atıyor. Piyasaya tahvil sürüyor. Demiryollarının finansmanını yapıyor. 6 yıl içinde belli başlı bütün ekonomik alanlara üretim işlerine karışıyor. Türkiye’de yerli bir Finans-Kapital şirketine dönüşüyor. Emperyalist buhranının çıktığı o yıllarda İş Bankası Türkiye’deki tek Finans Kapital müessese değil elbette çoğunluğu yabancı dahası var. Kapitalistlerin serbest faaliyet göstermesi için kanunlar çıkarılıyor. Kanunlar emperyalist ülkelerin kanunlarına uyduruluyor: Sermaye gelsin de Türk olsun ecnebi olsun hiç fark etmez. 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bu düşüncenin eseri. Celal Bayar İş Bankası umum müdürlüğünden gelip de milli ekonominin dümenine oturmuş. 1960’lara gelindiğinde Finans Kapital sistemi içinde topu topu 340 tane mükellef en kodamanı, en para babasıdır.
Üretim Nedir?’de de bunların modern kapitalist olmadığını belirten Kıvılcımlı, Tefecilikle ve vurguncu Bezirganlıkla zengin olan kişilerin biz de kendisini eşraf yani şerefli kişi saydığını ifade eder: “Vurguncu bezirgan bizde kendisini ‘Ayan’ (iri gözler: Ortaçağ’ın gözbebeği) durumuna getirmişti. Öyle bir ekonomik ve sosyal sınıf yapısı bulunan Türkiye’nin ‘şerefli gözleri’ Eşraf ve Ayanı Batı’nın ilerici geniş sanayi üretimini göremezdi. Yerli milli bezirganlarımız ancak Batı’nın ticaret sermayesine kompradorluk (acente bezirganlık) yapabilirdi. Yerli milli tefecilerimiz Batı’nın yalnız banka şirketlerine ajanlık ve aracılık yapabilirlerdi. Türkiye ekonomisine ve politikasına böyle soysuzlaşmış Tefeci-Bezirgan sınıflar egemendi. Tefeci-Bezirganları iğrenç ve haince dalaverelerine şanlı şevketli devletin sırmalı rütbeli “Büyük Adamları’ paravanlık ediyorlardı.” (a.g.e., S. 60-61).
Y.Kadri de yerdiği bu karakterleri romanın sayfaları arasında “Bahusus ki Selma Hanım, ne derece az liyakatli kimselerin, bu devrin nimetlerinden ne kadar kabaca istifade etmekte olduklarını yakından görebilecek bir durumda idi.” sözleriyle dile getirmektedir. (Ankara, S. 122)
ABD bugünkü gibi süper emperyalist, bir çok alanda daha o zaman üstün duruma gelmiştir. Buna karşılık Avrupa tek pazarı (Ortak Pazar) ve gümrük birliği kuruyor. Kendi tek pazarını genişletmek için. 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’yla Türkiye gümrük birliğine dahil oluyor. Finans Kapital üretim tekelidir. Demektir ki bir ülkede hayatı pahalılaştıran, insanları işsizliğe iten kendi bindiği dalı kesen tekelci asalak ve gerici emperyalizm safında olmak, o ülkede de Finans-Kapitalin, kapitalist emperyalizmin destekçisi olmak demektir, bunları savunmak anlamına gelir: 2000 yılında Portekiz’de Joseph Alois Schumpeter’in görüşlerinden hareketle mali bütünleşme, istihdamın arttırılması, büyüme, ar-ge ve yatırım harcamalarının arttırılması vs. gerekçelerle toplanan Ortak Pazar, ABD, Japonya, Çin ve Hindistan gibi ülkelere karşı tek pazarın genişletilmesi, telekomünikasyon ve elektrik gibi stratejik sahalarda rekabetin serbestleştirilmesi yani özelleştirme kararlarının altına imza atmıştır (Lizbon Stratejisi).
Finans Kapitalin biz de başı Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin Son Haddi” adlı eseriyle başlar bilimsel tarif de oradadır diyor Kıvılcımlı (Finans-Kapital ve Türkiye, S. 46). V.İ. Lenin 1916’da yazdığı “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm)” adlı kitapta tarifi şöyle yapmaktadır:
“Emperyalizm; tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin belirginleştiği, sermaye ihracının olağanüstü bir önem kazandığı, dünyanın uluslar arası tröstlerce paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlandığı bir gelişim aşamasındaki kapitalizmdir.”
Lenin emperyalizm (yayılmacılık) kısaca tanımı yapılmak istenseydi kapitalizmin tekelci aşaması olarak söylemek gerekirdi ancak bu ekonomik tarif yanında ekonomi politik açıdan geçerli olanı da tekelci kapitalizmin tarihsel yerini de izah etmektir gereklidir der. Finans-Kapital buna göre tekelci sanayi kuruluşlarıyla iç içe geçmiş az sayıdaki büyük bankanın sermayesini (mali sermayeyi) ifade etmekten öte kısaca şu beş maddeyi içermektedir: Birincisi üretim ve sermayenin yoğunlaşıp tekel yaratacak olgunluğa ulaşmış olması , ikincisi büyük banka ve sanayi sermayesinin birleşerek mali oligarşiyi oluşturması, üçüncüsü meta dışında sermaye ihracının da büyük bir anlam kazanması, dördüncüsü Dünya’yı kendi aralarında paylaşan uluslar arası tekelci kapitalist birliklerin ortaya çıkması ve son olarak beşinci yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.
Emperyalizm, genel anlamda kapitalizmin temel özelliklerinin gelişimi ve doğrudan devamı olarak çıktı. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliği idi. Bu sürecin temel özelliği kapitalist rekabetin yerini, kapitalist tekellerin almasıydı. Yani tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçişti. Tekel, serbest rekabetin karşıtı olmasına rağmen onun yanında varlığını sürdürür ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratır. Çünkü tekeller yani büyük ölçekli üretim yapan işletmeler ufak çapta olanları dümdüz eder.
Fernand Braudel, “Grammaire des Civilisations” (1963) adlı kitapta ABD’nin masalsı zenginliğinin yaklaşık yarısının çoğunluğu Anonim şirket olan 200 büyük ölçekli firmanın denetimi altında olduğunu belirtir: “Fakat bu kapitalizm, bu serbest oyun, arz ile talebin bazen fazlasıyla serbest oyunu, dünyada bir benzer olmayan bir maddi ilerlemeyi harekete geçirmiştir. Ve artık siyasal rejimi ne olursa olsun, her ülke bunu taklit etmeye, aynı noktaya ulaşmaya çalışmaktadır. Nihayet, gücünü ve çoğu zaman gerçekten çıkar gözetmediğini inkar etmenin olanaksız olduğu Amerikan idealizmi de, iş dünyasının bu istilacı maddeciliğinin bir cevabı, bir kaçışı, bir karşılığı olmaktadır. Kapitalizm bu ülkede, çoğu zaman vicdani rahatsızlık yaratmaktadır. Gelişmiş yolu üzerinde frenlenen ve saptırılan bu gelişmiş kapitalizmin, Amerikan maddi hayatının ve bunun ötesinde siyasal hayatının ve uygarlığının harekete geçiricisi olmayı sürdürdüğü açıkça ortadadır. Kendi dönüşürken onları da dönüşmüştür. Amerikan uygarlığının güncel ve sürekli bunalımının kökeni kısmen burada yer almaktadır.” (Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi, 4. Baskı, S. 524-525)
Kapitalizmin karakteristik belirtisi ise egemenlik ilişkileri ile baskı ve şiddeti kurmasıyla kendini gösterir. Bu eğilimlerin sonucu hangi politik sistem altında olursa olsun her alanda gericilik ve varolan çelişkilerin en uçta noktaya kadar keskinleşmesidir. Emperyalizmle ulusal baskı da keskinleşir ve sermaye zor araçlarını da kullanarak egemenliğini sürdürür. Emperyalizm her yere özgürlük değil, egemenlik tutkusunu götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Kapitalist serbest rekabetin bağrından çıkan tekeller daha yüksek bir toplumsal düzene geçişi ifade eder.
Lenin’e göre emperyalizmin dört tane temel olgusu vardır: Üretimin yüksek gelişme aşamasında tekel (tekel ve işveren birlikleri, karteller, tröstler vs.) doğmuştur. Özellikle kömür ve demir sanayisine el koyarak bu sanayiler üzerinde yükselmiştir. Bankaların bağrından çıkarak mali oligarşik bir yapı (ekonomik ve politik bütün modern burjuva toplum ilişkilerini denetleyen) doğurmuştur. Son olarak tekel sömürgecilik politikasından doğmuştur:
“İngiltere’nin sömürge fetihleri, 1860 ile 1880 yılları arasında büyük bir artış göstermekte ve 19. Yy’ın son yirmi yılında da hızlı bir biçimde de sürmektedir. Fransa ve Almanya’nın sömürge fetihleri ise asıl olarak bu son yirmi yılda gerçekleşmiştir.”
Lenin kitabında bankacılık ve demiryollarının dünyanın paylaşılmasının bir aracı olduğunu belirtiyordu. Lenin’e göre “demiryolları yapımı, basit, doğal demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Gerçekte ise, bu girişimleri binlerce farklı düğümle üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürge ve yarı sömürgelerdeki) bir milyar insanı, yani dünya nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanları ve ayrıca sermayenin ‘uygar’ ülkelerdeki ücretli kölelerini baskı altında tutmanın bir aracına dönüşmüştür.” (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 5. Basım, S. 30-31) “Demiryolu ağı, sömürgeler ile bağımlı ve yarı bağımsız Asya ve Amerika ülkelerinde en hızlı gelişmiştir. Bilindiği gibi, dört veya beş en büyük kapitalist ülkenin mali sermayesi buralarda dilediği gibi at koşturmaktadır. Demiryolu toplamının yüzde 80’i beş büyük gücün (ABD, İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa) elinde toplanmış bulunuyor. Ancak bu demiryollarının mülkiyetinin yoğunlaşması, yani mali sermaye mülkiyetindeki yoğunlaşma daha büyüktür.” ( a.g.e., S. 128-129)