Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Davutpaşa kampüsündeki eğitim fakültesi muazzam bir bahçeye sahipti.
Meşhur kışla binası olan bu yapıda ders aralarındaki vaktimi; yazı ayrı, kışı ayrı güzel o bahçede geçirirdim.
Sahipti dedim çünkü fakülte eğitimin bitmesine birkaç hafta kala yeni binasına taşındı.
Ruhsuz, beton yığını diye düşünmüştüm yeni binadaki ilk dersimizde.
Kısa süreli, 4 yıla bedel bir eğitimden geçerken bir yandan İstanbul’un ruhuma tamamen ters elit bir semtinde yarı zamanlı çalışıyordum.
İş çıkışı bindiğim iki katlı otobüste; köprüyü trafik olmadan geçmenin, İstanbul’un sakin ve akan saatlerini tecrübe etmenin keyfini yaşardım.
Geriye dönüp baktığımda sadece bu varmış beni mutlu eden.
Dostlarım vardı elbette ama İstanbul’un mekanik yapısına dair bir mutluluk söz ettiğim.
Hayatımın en zorlu zaman dilimlerindendir.
İnsan hayatı kaygılardan sarmalanmış durumda.
İstanbul gibi telaşın, kaygının hat safhada yaşandığı bir şehirde ruhunu bütün tutmak çok zor…
Hele benim gibi sakinlik seven insanlar için…
İstanbul geçici bir zaman dilimi içinse iyi bir tecrübe ama kalıcı olmak için her konuda aksiyonu sevmek ya da bu şehre mecbur olmak lazım.
İki katlı otobüs bana İstanbul’u sevdiren tek şeydi.
Tabi ki müzik dinleyerek geçtiğim köprüden boğazı izlemek, İstanbul’daki hem seçilmiş hem zorunlu yalnızlığımı hafifletirdi.
İstanbul bütün zorluklarının, karmaşasının yanında müziği olan bir şehir bence…
Kendine has ama bir türe dahil edilemeyecek kadar çeşitlilik içeren bir melodiyi çağrıştırıyor.
Her şehir için söylenebilecek bir şey değildir bu.
Pink Floyd o dönemin İstanbul tasvirlerimin fon müziklerinden.
Öylesine telaşlı bir şehirde, hayatın içinden seslerle bir duygu senfonisi, duygu diskografisi…
Gri ülke İngiltere’nin bağrından kopup gelen Pink Floyd insanın müzikal evrimi içinde gelinebilecek üst düzey bir grup ve doğanın seslerini, gündelik hayatın seslerini, hiç birimizin, algılamasına rağmen özel kılamadığı o sesleri müziğe dönüştüren ‘insanüstü’ yeteneklerin grubu.
İngiltere’nin her an yağmur yağabilir ruh halindeki havasından benim bunalmamın imkanı yok.
Doğaya ait sesler örneğin yağmur; ilkel ama gerçek bir yolculuk.
Grubun tarihçesini meraklısına bırakırsak Orwell’in kitabını albüme dönüştürmek nedir?
Evet, Hayvan çiftliği!
Domuzlar, köpekler ve koyunlar.
Kitabı önceden okuyup, grupla benim gibi sonradan tanışınca daha dinlemeden başlıyor hayranlık.
Kabul ediyorum herkese hitap eden bir müzik değil; detaycı insanların, soloların müziği Pink Floyd.
Örneğin 1994 yılında yayınlanan Division Bell albümünde neredeyse her şarkı için bir başlık açabilecekken özellikle Marooned giriş solosu ve High Hopes’un neredeyse 3 dakikalık solosu üzerine ayrı ayrı yazı yazılır.
High Hopes’un solosuna girmeden hemen önce şu sözleri seslendirir Gilmour: ‘Endless River, forever and ever…’
Bu albüm kaydından tam olarak 20 yıl sonra ‘Endless River’ adında bir albüm yayınlamaları, bence tesadüf değil.
Division Bell albümünün stüdyo kayıtlarından geriye kalanlarla yapılan bir albüm Endless River.
Velhasılı Division Bell’in kayıtları sırasında kayda alınan ama kullanılmayanlardan ortaya çıkan muazzam bir albüm…
Birbiriyle bağlantısız görünen çok fazla şeyin aslında nasıl da tutarlı bir devamlılık içerdiğini anlamak için onlar gibi düşünmeye çalışmak yeterli oluyor.
Pink Floyd grubu, Roger Waters ve Syd’in gruptan ayrılması ve daha sonra ölümü, ardından Wright’ın ve grubun lider vokali Waters’ın ayrılmasıyla zorlu süreçlerden geçti.
Böylesine önemli bir grup için yaşanan ciddi kan kaybı ve 20 yıllık küslüğün ardından bir hayır konseri için Roger Waters ile yeniden bir araya geldiler ama bu konser Pink Floyd’un son saygı duruşu olarak kaldı.
Grubun 1979 yılında yayınlanan ve grubu dinlemeyenlerin bile mutlaka bildiği o meşhur ‘Another Brick In The Wall’ şarkısı gibi, ölümlere ve insan ruhu yapımı duvarlara rağmen Pink Floyd gerçeği devam ediyor ve edecek.
Ben Gilmour’da kendini bulan biri olarak, hayatın seslerinden esinlenmesinden ilham almaya devam ediyorum.
Solo albümünde, bir tren garının uyarı melodisinden bir şarkı çıkartmak üst düzey bir bilinç ve yaratım hali çünkü…
İzlediğim rastgele bir videoda karşıma çıkıp, Rattle That Rock şarkısının girişi diyebilmemin yegane sebebi Gilmour’un hayatın tam olarak kendisinden besleniyor olması.
Hatta şarkının bütün omurgasını üç notalık bu uyarı sinyali oluşturuyor.
Bir müzisyen için müthiş bir yazar da olabileceğine bahse girebilirim.
Roger Waters’ın ise dünyanın neresinde, kime karşı olursa olsun insan yaşamını savunuyor oluşuna saygı duyuyorum.
Bu herkesin göze alabileceği bir başkaldırı değil!
Waters kuşkusuz müthiş yetenekli bir müzisyen ve Pink Floyd efsanesinin asıl lideri.
Ama daima ruha yakın olanı anlar, takip eder insan.
Grubun dinlemekten keyif aldığım bütün şarkıları ona ait olduğu için sololarda hissettirdikleri, bir yolculuğa çıkarmayı başarabildiği için Gilmour…
Pink Floyd çoğumuzun bir şekilde dinlediği ama anlamak ve keşfetmek için belirli bir bilinç halini gerektiren, dinlemekten fazlasını isteyen bir ayrı başlık müzik tarihi içinde.
Grubun müziğini okumak da gerekiyor.
Biraz dumanlı, sisli bir kafa…
Sessizliği her an bozabilen bir sağanak gibi isyankar…
Sonrası;
Sonsuz nehir!
Günnur Ekşi Ataokay