İroni bir tane değil ki: Bir taraftan piyasa ilişkileri ve sermaye, yeni teknolojinin ilk anda açtığı özgürlükler alanının sömürgeleştirilmesini neredeyse tamamlamak üzere, diğer taraftan, siyasi iktidarlar bu teknolojiyi giderek artan bir etkinlikte toplumun geri kalanını denetlemek için kullanıyorlar. Bu sırada faşizm gelişmiş ülkelerde yeniden başını kaldırıyor.
Ulusal egemenliğin yeni yorumu
New Yok Times’tan Willam Saphire aktardı, eski ABD Devlet Bakanlarından George Shultz Virginia’da diplomatlardan oluşan bir dinleyici topluluğuna şöyle demiş: ”Kendi öz savunma hakkımız çerçevesinde, bir ülkenin sınırları içindeki terörist tehdidi önceden müdahaleyle engelleme, salt ‘sıcak takip’ değil ‘sıcak önceden engelleme’ hakkımızı saklı tutuyoruz.” (30/05). WilIiam Saphire, 11 Eylül’den sonra ulus devletlerin “yeni bir ulusal egemenlik kavramını benimsediklerini” vurgulayarak devam ediyor: “Bir yönetici organ kendi sınırları içinde terörizmi engelleyemiyorsa terörizmin kurbanlarının devleti, sınırları aşarak gereken durdurma işlemini yapabilir.” Safire, ABD’nin Afganistan müdahalesini (Taleban, EI Kaide’yi durduramadığı için), Şaron’un Filistin’de izlediği politikayı, (Arafat da intihar eylemcilerini durduramadığı için) örnek gösteriyor.
Her iki örnekte de başarının tartışmalı, insan yaşamı açısından maliyetin çok yüksek olması bir yana, belli ki ortada yeni bir durum var. Bu durum da orman kanunundan farklı değil. Güçlü devletler artık istedikleri devletlerin içine, “sıcak engelleme” için girip çıkabilecekler ve ”uluslararası topluluk” (!) da bunu meşru/olağan kabul edecek.
Bush hükümetinin Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu’nu yorumlarken, ABD’nin artık uygun gördüğü “coğrafyalara”, oradaki siyasi iradeyi tanımayarak, “değişik derinliklerde girip çıkmaya” karar verdiğini vurgulamıştık. Değindiğimiz ikinci ilginç kavram da ”rejim değiştirme” idi. ABD ordusu, Başkan’ın gerekli gördüğü yerlerde bu işi üstlenecekti. Bu ”rejim değişikliği” girişiminin ilk örneğini Afganistan’da gördük. Pakistan’da da kısmi bir rejim değişikliği yaşandı. Askeri diktatör Müşerref’in rejiminin içeriği ve imajı değiştirildi. Pakistan devleti aniden, yıllardır besleyip büyüttüğü Müslüman radikallere karşı olduğunu keşfetti. Bir diğer, ama başarısız rejim değişikliği girişimi de Venezüella’da yaşandı. Lübnanlı yazar Saad Mehio, Daily Star gazetesindeki yorumunda (31/05), bu “rejim değişikliği” taktiğinin şimdi Filistin yönetimini hedef aldığını yazıyor. Daha da kaygı verici olan şu ki, Mehio bu ”rejim değişikliği” taktiğinin, diğer Arap devletlerine de uygulanacağını, ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi Martin İnyk’in ”11 Eylül’den sonra, Arap devletlerin de, ekonomik, siyasi ve kültürel reform, ABD için bir ulusal güvenlik sorunu haline geldi” sözlerini de aktararak ikna edici bir biçimde savunuyor. Bu sürecin altından ABD’nin tek başına kalkması mümkün değil. Bu noktada devreye, NATO’nun terörizme karşı savaş bağlamında, gerektiği anda gereken yere müdahale edebilecek bir yönde yeniden yapılandırılması projesi giriyor.
Bireysel özgürlükler mi dediniz…
Kapitalizm zaten şizofrenik bir sistemdi. Küreselleşme süreci bu şizofreniyi daha da ağırlaştırdı: Bir taraftan sözde bireyin özgürlük alanları genişliyor, diğer taraftan bu özgürlükleri kullanmanın olanakları daralıyor. Ancak 11 Eylül’den sonra gelişen durum çok daha vahim. Bir taraftan “Batı”nın topyekün bir saldırı altında olduğunu bazen açık bazen ima yoluyla ileri süren bir söylem gelişti.. diğer taraftan, Batı uygarlığının en temel kazanımları, birey haklan, özel yaşamının mahremiyeti ilkeleri teker teker imha ediliyor. Geçen hafta bu süreç yeniden ivme kazandı: 11 Eylül saldırısını engellemek bir yana, beceriksizliğiyle (!?) engelleme çabalarını engellediği ortaya çıkan FBI’ın camileri ve diğer dini binaları, siyasi partileri, toplantıları, Internet trafiğini izlemeye ilişkin “iç casusluk” yetkileri büyük ölçüde arttırıldı. New York Times’a göre yeni yasa, FBI’a, şüphelendiği insanlar üzerinde neredeyse sınırsız soruşturma yetkisi veriyor, böylece vatandaşlık haklarını büyük ölçüde zedeliyor (31 /05). ABD liberal medyası suçu muhafazakar başsavcı Ashcroft’a ata dursun, Avrupa’da da benzer bir uygulamanın gündeme gelmesi, bir iki gerici siyasetçinin iradesiyle açıklanamayacak bir tehdit karşısında olduğumuzu düşündürüyor. Geçen hafta, Avrupa güvenlik güçlerinin telefon, Internet, e-posta izleme yetkileri arttırıldı; polise “bireylerin tüm hareketlerini izleme, ilişkilerini saptama, telefon konuşmalarını, ekonomik etkinliklerini vb. dosyalama, böylece bireysel yaşamın mahremiyetini hiçe sayarak veri toplama hakkı verildi. Terörle mücadele amacıyla alınıyormuş gibi görünen bu tedbirler, terörizmin tarifinin de ha.la muğlak tutulmaya devam edilmesinin de katkısıyla gerçekte, bir New York Times yazarının ifadesiyle, vatandaşların devlete karşı kendilerini koruma ve devleti sorgulama, hatta muhalefet etme kapasitelerini zayıflatmayı hedef alıyor. Uluslararası Af Örgütü’nün son raporu da dünyanın her yerinde hükümetlerin, muhaliflerini ezmek için 11 Eylül’ü bahane ettiklerini, baskı ve şiddetin küresel çapta arttığını yazıyordu. Daha denetleyici ve baskıcı bir devletin kurumları biçimlenirken, özellikle Avrupa’da faşist özellikler taşıyan siyasi partilerin güçlenmeye, hatta hükümet ortağı olmaya başladığı görülüyor. Zamanında 111. Yol’un, gerilerken muhafazakar ve aşırı sağcı siyasi akımların güçlenmesine uygun bir ortam yaratacağını yazmıştım. Ancak, bu kadar yaygın bir faşizan yükselişi bu kadar erken beklemiyordum. Şimdi, bu yükseliş karşısında, merkez partilerinde gördüğümüz oportünizm, beni iyice kötümserliğe sürüklüyor. Bu bağlamda, Margaret Thatcher’ln eski danışmanlarından Prof. John Gray’in New Statesman’daki “Laptop faşistleri” yazısı ilginçti. Gray’e göre Avrupa’nın aşırı sağ partilerini salt gerici diye önemsemezlik etmeyelim. Bunlar ilk anda sanıldığından çok daha tehlikeliler.. çünkü aynı Naziler gibi modernitenin olanaklarını kullanıyorlar (27 /05). Bu sırada merkez partileri de akılları sıra bu faşizan partileri kullanmaya çalışıyor, oy kaybetmemek için bu yabancı düşmanlığı trenine biniyorlar; örneğin “Tüm Avrupa ‘nın sınırlarını koruyacak ortak bir sınır polisi kurma projesini Seville toplantısının gündemine alıyorlar” (Le Figaro 31/05). En gelişmiş ülkelerin sermayelerine dünya ekonomisini açan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” doktrini, en gelişmiş ülkenin ordularına dünyayı açan “bırakınız istediği yere girsin, istediği rejimi değiştirsin” doktriniyle, faşizan eğilimlerle destekleniyor. Çünkü serbest piyasa projesinin tahribatının neden olduğu ulusal ve sınıfsal muhalefetleri bastırmak gerekiyor. Sürecin buraya geleceği de başından belliydi.
(Kaynak-Cumhuriyet)