Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho‘nun 2019 yapımı filmi Parazit, 2019 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü kazandıktan sonra, 92. Oscar Ödüllerinde de en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uluslararası film ve en iyi orijinal senaryo ödüllerini kazandı. Eleştirmenlerin de ortak övgüleriyle karşılanan film üzerine sinematografi bağlamında söz söylemek yersiz olur. Ancak sanata dair bağlayıcılığı olan ve genelgeçer algı yaratmaya ve hatta rıza tahakkümüne dek uzanan böylesi bir sanat olgusunu, sosyalist estetik bağıtında ele almak boynumuzun borcudur.
Sınıf sorununun nihayet sinemaya arz-ı endam ettiğini dile getiren eleştirmenler, sinema tarihine haksızlık etmekle kalmıyor, en önemli hususu da es geçiyorlar. Neoliberalist/kapitalist sistemin artık ayyuka çıkan arızalarını örtme şansı kalmasa da her şeyin aynı kalması için bazı küçük değişiklikler gerekiyordu ve bu, bizzat sanat eliyle inşa edilmeliydi. Bugün sanat zemininde kurulan oyun tam da buna denk geliyor işte. Joker’le koparılan fırtına, Parazit’le desteklenerek proleter sınıfın örgütlü-entelektüel reflekslerini yönlendirme ve düzenden yana bir karşı duruşa(!) evirme adına eşsiz bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Bong Joon-ho, filmini tanımlarken boşuna mı kullanıyor “Palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram” mottosunu? Tabii ki değil. Burjuvaziye kötü demek, mülkiyeti lanetlemek haddine mi? Ona düşen, proleter sınıfın çürümüşlüğünü tarafsızca(!) tespit edip onlara bir asalaktan farkları olmadığını göstermekti. Nasılsa sanat sevicileri tez elden ortaya çıkıp burjuvaziye/aristokrasiye ve hatta kendilerini tutamayıp neoliberalist/kapitalist düzene dair okkalı laflar edecekti. Peki, Park ailesine film bağlamında yöneltilen eleştirinin, iş çevrelerince bir süredir dile getirilen liberalizm eleştirisini aşan niteliği ne? Sermaye lanetlendi de ben mi kaçırdım? Mülkiyet, doğrudan kendi karşılığıyla yani hırsızlık olarak mı adlandırıldı? Bir kez daha, tabii ki değil. Gerçek, albeniye ihtiyaç duymayacak kadar açık oysa: Mülkiyet hırsızlıktır!
Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük iddiası; ‘Ben, Daniel Blake’ ve ‘Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ gibi filmler yapmaya yüreğiniz yetiyorsa ve dahi, Kenneth Loach gibi ‘Eğer dünyanın bu haline öfke duymuyorsanız, ne biçim bir insansınız,’ sorusunu haykıracak denli bir adanmışlığınız varsa samimidir. Yoksa değildir. Çünkü nefret etmeyen insanın samimiyeti de yapmacıktır. Sinsilik, faydacılık, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık kabul edilebilir bir eylem tarzı olamaz. Sanat yapıtları, biz tespitte bulunuruz, ideolojik taraf olamayız deme hakkına sahip değildir. Böylesi bir ısrar, Nuri Bilge Ceylan kadar samimiyseniz kale alınır. Onun yapıtlarındaki yalınkat insanlığa ulaşabiliyor ve layıkıyla yansıtabiliyorsanız size de şapka çıkarılır. Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı’nda tüm çıplaklığıyla görünür kılınan taşra, halk, bürokrasi, burjuvazi ve piyasa gibi kavramlar sizin elinizle de irdeleniyorsa iktidar aygıtı olmanın ötesinde bir anlamınız vardır. O zaman Nuri Bilge’nin Sokrates’ten el alarak yarattığı bu “ebelik sanatını” anlayabilirsiniz. Unutmayın; bilinçaltı, dilin ta kendisidir ve yazıyı bir iktidar aracı olmaktan kurtaran sanatın tarihsel görevi, taraf olmakta ısrar etmektir. Ne güzel demiş Edip Cansever:
Biz ki,
ayrıntıya
aykırıya
ayrıksıya
azınlığa tutkunuz.
Parazit’te proleter sınıfı temsil eden Kim ailesinin, yaşananlar ve çatışmanın doruk noktasına varan gerilim sonrasında anımsadığı nefret, filmin sonunda, zengin olma ve çözüme ulaşma hedefiyle evcilleştiriliyor. Kapitalizmin temel önermelerinden olan ‘yeterince ister, doğru davranır ve çalışırsan sen de sınıf atlayabilirsin’ illüzyonuyla iç ediliyor. Üstelik Baba Kim, bir kaçak olarak saklanmaya devam ettiği mahzenden oğluna ilettiği mesajda, ev sahiplerinden değil, sürekli evde olan lanet(!) hizmetçiden şikâyet ediyor. Tabii bunu, “Tamam işte, tam da bu değil mi sınıfın hali? Şükrü Erbaş’ın ‘Köylüleri Neden Öldürmeliyiz’ şiirindeki alt metin de aynıydı,” diyerek Polyannacı bir tavırla karşılamak da mümkün. Gel gör ki gerçek bambaşka. Keşke karşımızdaki yapıt, Béla Tarr’ın Kárhozat’ı, Sátántangó’su, Werckmeister harmóniák’ı, A Londoni férfi’si ve A Torinói ló’su kadar yürekli ve adanmış olsa. Değil lakin. Örneğin, filmde ‘koku’ metaforuyla birlikte başat olarak işlenen ‘taş’ metaforu, uğur/zenginlik getirsin diye saklanmak yerine su yatağına konsa da sonuç itibariyle yerine konamıyor. Diyalektik materyalizm gereği; yaşam, somut tutamaklarından tutup sarsılamıyor. Birleşik ve örgütlü bir mücadeleye dair bir imaya bile yer verilmiyor. Temel önerme şu oluyor ne yazık ki: Bu düzende yer edinebilecek zekâ ve beceri sizde de var, e o zaman ne duruyorsunuz? Yanıtımız ne olacak buna? Sınıfsız ve sınırsız bir dünya inancımızdan vaz mı geçeceğiz? Proleteryanın uysal, makbul çocukları mı olacağız? “Solcu ama iyi bir insan/şair/yönetmen vs….” densin diye mi soluk alıp vereceğiz? “Çok beklersiniz,” demek ne kadar da yakışıyor bize, bir düşünsenize. ÇOK BEKLERSİNİZ!