İktidarın, LGBTİ+’ları sapkınlık yaftasıyla hedefe almasının ardından başlayan millilik tartışmaları ile Osmanlı ve Anadolu’da cinsellik tekrardan gündeme geldi.
Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak Melih Bulu’nun atanması ile birlikte öğrencilerin başlattığı kitlesel direnişte İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Twitter’da, “Boğaziçi Üniversitesi’nde Kabe-i Muazzama’ya yapılan saygısızlığı gerçekleştiren 4 LGBT sapkını gözaltına alındı!” diyerek bir tartışmayı başlattı.
Soylu’nun ardından Tayyip Erdoğan’ın partisinin Artvin-Bilecik-Çankırı-Gaziantep-Iğdır il kongrelerinde yaptığı konuşmasında “LGBT, yok öyle bir şey. Bu ülke millidir, manevidir ve bu değerlerle geleceğe yürümektedir.” dedi.
İktidarın sapkın ve milli olma tartışmaları üzerinden yürüttüğü LGBT tartışmalarını tarih bağlamında ele almak için tarihçilere döndürdük yüzümüzü.
Tarihçi Elçin Arabacı ile Bursa Tarihçisi Raif Kaplanoğlu’na Osmanlı tarihinde LGBTİ+’nin durumunu ve yer alışlarını sorduk.
Gündemde LGBTİ’ler sapkınlık ve milli olmamakla suçlanıyor. Osmanlı tarihine baktığımızda kaynaklar bize ne söylüyor?
Elçin Arabacı: Osmanlı’da heteronormatif ilişkilerin oturması hatta çekirdek aile kavramının yerleşmesi 19. yüzyıldan itibaren olan bir durum. Özellikle Kırım Harbi’nden sonra bir Paris Antlaşması imzalanmış ve Osmanlı Devleti o antlaşmayla birlikte Avrupa’nın nefaseti sayılmaya başlamıştı. Özellikle bu, şehir hayatındaki ilişkileri değiştirir dönüştürür bir nitelik aldı. Tabii onlar adına eşcinsellik ya da LGBT gibi ifadeler kullanılmıyordu. Bunların aykırı, sıra dışı sayılması, yadırganması, lanetlenmesi Prof. Dr. Irvin Cemil’in de belirttiği üzere 19. yüzyılın ikinci yarısı başlayan bir süreç. Örneğin Cevdet Paşa, Tanzimat Dönemi’nin önemli paşalarından olan Ahi Paşa’yı gulamperverlikle itham eder.
Onun öncesinde tabii ki imparatorluk dönemi, onun öncesinde de Anadolu Selçuklu beylik döneminde bu topraklara yerleşmiş, bir ucu İran kültürüne giden ve o kültürün bilhassa edebiyatından ilham alan, öbür ucu Greko-Romen kültürü üzerine oturan topraklar buralar. Bunu söylerken şöyle bir şey söylemiyorum: Bu tür ilişkiler bizde yoktu, biz buralardan öğrendik demiyorum. Ama şunu söyleyebilirim: İnce zevklerin, üst sınıf yaşam tarzının bir göstergesi olarak, eşcinsel ilişkilerin, özellikle genç erkek güzelliğinin övüldüğü edebiyatın ve oturma kalkma görgü kurallarını makbul bulan güzel oğlan tarifinin yazılı kültürde yer almaya başlaması en azından Osmanlı’nın ilham aldığı kültürlerden mirastır.
Elit zevk örneği
Bir elit zevk örneği olarak söyleyebilirim, ama bu daha alt sınıflarda yaşanmayan bir şey demek değildir. Ama bunun edebiyatımıza yazılı kültüre geçişinin zaten bolca malzemesi var. Bu da üst sınıf olma özelliği gösteren etiketlerden bir tanesi. Bunun en güzel örneği Cornell Flesher’ın “Bürokrat ve Entelektüel Mustafa Ali” kitabında yer alır. Genellikle tarihçi olarak bilinen Mustafa Ali aslında ulema olarak sayılabilir. Kadı, kazasker gibi makamlara da sahip olmak istemiş ancak Mustafa Ali, Osmanlı Sarayı’ndaki paşaların iç çekişmelerinden dolayı istediği makamı elde edememiş, fıkıh okumuş bir alim. Mustafa Ali’nin “Mevaidün Nefais Fi Kavaidil Mecalis(Meclis Kurallarında Görkemli Ziyafetler)”kitabını, üst sınıflara yazılmış bir görgü kuralları kitabı gibi düşünebiliriz. Nasıl oturup kalkılır, üst sınıf nerelerde yer içer bunun gibi bir takım kuralları sıralıyor. İkinci Selim’den Mısır Beylerbeyliği’ni kendine isterken, sunduğu bir eserdir. Bir ulema tarafından yazılmış bir eserdir. Bu oturma kalkma, yeme içme gibi görgü kurallarını sıralarken makbul oğlan kimlerden, nerelerden çıkar, hangi etnik grubun oğlanları daha tüysüzdür, daha ferdi değerdir, bunlarla ilgili ayrıntılara yer veriyor. Aslında çok sıra dışı şeyler değil.
Şehrin hikayeleri şehrengizlerde
Osmanlı tarihçileri arasında Osmanlı dönemi cinselliğini çalışan Walter G. Andrews ile birlikte Mehmet Kalpaklı’nın The Age Of Beloveds (Sevgililer Çağı) kitabındaki hocamızın çalışmalarını söyleyebiliriz. Irvin Cemil Schick hocamızın doktora tezi, Nevizade Atayi üzerinedir. Atayi’nin Üç Mesnevi’sinde cinsel söylemler ve iktidar ilişkilerini tezinde ele almaktadır. Selim Kuru hocamızı sayabiliriz. O daha çok edebiyattaki gulamparehi ile mahbubperesti ayrımı üzerinde çalışır. “Mahbub” Arapça’da “Habib” kelimesinden gelir, sevgili anlamını taşır. Mahbub genelde genç erkek, oğlan çocuğu anlamında kullanılır. Selim Kuru’nun çalışmasında ifade ettiği, daha çok gençlere duyulan platonik uhrevi aşktır. Mahbubperestlik yani bir erkeğin bir erkeğe yönelik aşkı, mahbub severliktir. Guramparehi ise daha çok bu gençlerle olan cinsel ilişkiye düşkünlüğü ifade eden bir terimdir. Özellikle gazeller, şehrengizler… Şehrengizler ki bir şehrin pazarlarında güzel, genç oğlanların hangi şehirlerde olduğunu, bunun üzerinden övgülerin anlatıldığı edebi bir literatürdür. Özellikle de gazeller mahbubperestliğin üzerinde çok durur.
Emir Kahvehanesi’nde mahbublar
Bursa önemli Osmanlı şehirlerinden biri olduğu için bunlara çok yabancı değil. Yabancı olmamakla sıra dışı da değil. Bursa’da ciddi anlamda bir ticaret var, bununla birlikte bir sermaye birikimi var. Bütün bunlara bağlı olarak da sağlam bir üst sınıf yapısı bulunuyor. Tabii ki bu üst sınıfın kendilerine özgü bir eğlence hayatı da olacak. Daha ince zevklerle örülü bir eğlence hayatı olacak.
Evliya Çelebi, Bursa ile ilgili bölümünde özellikle kahvehanelere ve bozahanelere- ki İstanbul için meyhaneleri de anlatırken, Bursa meyhanelerini nedense anlatmaz, yer verir. Özellikle zikrettiği yer ise Ulucami’nin dibinde yer alan Emir Han’ın oradaki Emir Kahvehanesi. Şimdi camilerle ilgili 100 metre kuralı var ya o dönem için burada bir kahvehane var. Evliya Çelebi, Emir Kahvehanesi’nde hanendeler, sazendeler, rakkaslar ve mahbublardan bahsediyor. “Mahbub Cihan Rakkas” diyerek “dünya güzeli rakkas”lardan bahsediyor. Bozahanelerde de şimdinin garsonları diyebileceğimiz mahbub boza sakilerinden bahsediyor. Bu boza sakilerine aşık olup kendilerinden geçen, boza içmeye gelen müşterilerden söz ediyor. Bunu Bursa için söylüyorum, beyzade takımının böyle yerlere gitmesi ayıp karşılanmazdı. Bu ortak paylaşılan bir keyif, bir şehirli sosyalleşme alanı olduğu için ortadaki esnaftan insanların da, daha üst sınıftan insanların da buraya gidip eğlendiği Evliya Çelebi’de zikrediliyor.
Yani az çok Osmanlı tarihi ya da Divan edebiyatı çalışan, minyatürlere bakan birinin tarihimizde yoktur demesi olacak iş değildir. Tarihimiz bugünden bakıp, bugünün politik gayeleri üzerinden oluşturulmuş kurguyla geçmişe bakan dizilerde, popüler eserlerde, YouTube belgesellerinde anlatıldığı gibi değil. Bu işin az çok kaynaklarına bakan, inceleyen insanlar eşcinsel ilişkinin çok da yabancı olmadığını bilir. Buna da sapıklıkmış, sapkınlıkmış demek toplumsal barışı ve huzuru gözetmek isteyen üst düzey bürokrata şüphesiz yakışmayacak ifadeler ve açık bir nefret suçudur.
Evliya Çelebi, Ulucami’nin yanındaki bugünkü hac malzemeleri satılan yerde, dönemin Emir Kahvehanesi’nde hanendeler, sazendeler, rakkaslar ve mahbublardan bahsediyor. “Mahbub Cihan Rakkas” diyerek “Dünya Güzeli Rakkaslar”ın kahvehanede olduğundan söz ediyor.
Elçin Arabacı
Siz uzun yıllardır Osmanlı’nın önemli şehirlerinden Bursa’nın tarihi üzerine çalışan biri olarak bu konuda ne söylersiniz?
Raif Kaplanoğlu: Eskiler, Osmanlı’daki eşcinsel metinlerden bahsederken, “Bu iş, adamların sadece dilinde” derlerdi. Sadece dillerinde olup olmadığını bugün bilemiyoruz ama eşcinsel temalar, Osmanlı cinsellik metinlerinin azımsanamayacak bir bölümünü oluşturur ve bunları görmezlikten gelmek de zordur.
Bu tür ilişkiler, o dönemin şartları içerisinde olağan bir davranış görüntüsü verir. Eşcinsel eğilim, sıradan şairinden divan sahibi şeyhülislamına yani en yüksek düzeydeki din görevlisine, padişahın maiyetindeki besteciden semai kahvelerinde sazını çalarak geçinen müzisyenine, ansiklopedistlerden tasavvuf bilginine kadar, toplumun değişik kesimlerinden gelenlerin yazdıklarında açıkça görülür.
Eskiler, Osmanlı’daki eşcinsel metinlerden bahsederken, “Bu iş, adamların sadece dilinde” derlerdi.
Alışılmış görüntülerden biri, kadının kötülenmesidir. Meselâ “Dest-i hınnâ-zedelerden el çek, Giydirirler sana kanlı göynek” dizelerinin sahibi Sümbülzade Vehbi’ye göre erkek, “Eli kınalı kadınlardan elini çekmelidir, zira kadınlar, erkeğe kanlı gömlek giydirebilirler” diyerek kadınlardan uzak durmalıdır.
Divan Edebiyatı’nın önemli temsilcilerinden biri olan Fuzuli ise, “Subh çekmiş çerha tıygın taşa çalmış âfıtâb / Zahir etmiş ol meh-i dellâke ayn-i intisâb” diye başlayan gazeliyle gözümüze çarpar.
Divan’ın şairi Fuzuli’nin gazelleri
Fuzuli gazelinde “Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi tellaka bağlılığını göstermiş… Başlar, onun anber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor… Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım…” sözleriyle, hamamda saç tıraşı yapan bir tellaka övgüler yağdırır.
O yüzden Osmanlı edebiyatında, Divan şiirinin hemen her ünlü adı, bu şekilde mısraların yer aldığı “hammamiye”ler düzer ve güzel delikanlıları tasvir ederler. Erkek sevgilinin şiirde sadece böylesine sembol olarak değil, adıyla, sanıyla geçmesi olağan bir şeydir.
BursaMuhalif.com/Haber Merkezi