‘Persona’ denince akla Bergman gelir ki hem doğal hem haklı bir çağrışımdır bu. Jung’la başlayacağım ben ama. O’na ve Elias Canetti’nin başyapıtı –Türkçe söylenmiş adıyla- ‘Körleşme’ye dair konuşacağım/sesli düşüneceğim.
Jung, arketipsel kuramını; gölge, anime, animus, persona ve yaşlı bilge kavramları üzerine kurar. Bu kavramlardan persona’yı, bir başkası da olabilecek bir ‘kendiliği olamama hali’ olarak özetler. Biraz karmaşık değil mi? Açayım. Olumsuz bağıtta kolektif bir olgu olan persona, kendiliğimizin herkesleşen yüzüdür. Yaşamda üstlendiğimiz yükümlülükler, oynadığımız roller, katlanmak ve/veya öyle görünmek zorunda olduğumuz durumlardaki maskelerimizdir.
Jung, persona’nın sosyal ilişkilerimizi sağlayan bir gereklilik olduğunu söyler ve persona’sını öteleyen insanların kaba, huzursuz ve dünyadaki yerini bulamayan insanlar olduğu saptamasını yapar.
Kısaca özetlersek ‘Körleşme’ romanının küçürek öyküsünü şöyle geçebiliriz kayda: Evinden dışarı adım atmayan, kitapları ve bilimi ile yaşayan Kien, kafasında kurduğu, dış dünyadan tamamen bağımsız iç dünyasında yaşamaktadır (Dünyasız bir kafa). Hizmetçisi Therese’yle, kitaplarına gösterdiğine inandığı yakın ilgiden dolayı yakınlaşır ve evlenir. İnsanlarla ilişki kurmayı bilinçli olarak reddeden Kien, eski hizmetçisi, yeni karısı Therese tarafında sokağa atılır ve daha önce tanımadığı bir dünyaya zorunlu bir adım atar. Küçük gördüğü, değersiz bulduğu insanların elinde oyuncak olur, oradan oraya savrulur (Kafasız bir dünya). Yaşadıklarından sonra, kafasında oluşturduğu yenidünyanın delilik sınırlarına varan Kien, kendi trajik sonuna da ulaşmış olur (Kafadaki dünya).
Körleşme’de, persona ya da kabuk, kendi özünün koruyucusu olmaktan çıkmış, var olanı tutuklamıştır. O, kendi surlarıyla kuşatılmıştır artık. Ruh, bir labirentin içine atılmıştır. Ve can alıcı olan, korunak olması umulan mekânın/mekânların labirentleşerek zindana dönüşmesidir. Bu durum tam bir ‘içe çökme’ ve ‘taş kesilme’ durumudur. Ontolojik açıdan güvensiz her insanın karşılaştığı üç temel anksiyete; yutulma korkusu, içe çökme ve taş kesilme’dir. Kişinin sosyal ağa karşı ördüğü diğer ağ, kendi benliğini kuşatır, onu kendi içine kapanmaya iter. İşte yabancılaşma da tam bu noktada göze batar. Kabuk ile öz; olan ile arzu edilen; görünür olanla ile saklı duran arasına aşılması güç uzaklıklar girer. Bu uzaklıklar duvar gibidir. Kein, sonradan kabuğa dönüşecek bu duvar gibi tüm uzaklıklara çarpıp gitgide içine kapanmaktadır. Kabuğunu kırıp dış dünyayla ilişki kuramadığı için kendi içine yönelmiş ve umutsuzluğa batmıştır. Çünkü dış dünya güvensizdir ve tehditlerle doludur. Bir yandan yutulma korkusuyla içe çekilmekte bir yandan da personası ile özü arasındaki uzaklık artmaktadır. Herkesleşen yüzünden/kabuğundan uzaklaştıkça dışa çıkma, dünyayla ilişki kurma umudunu da yitirmektedir. Kabuk ile öz arasındaki yabancılık ve ırayan uzam, kendi olamamayı ve umutsuzluğu ölümcül bir sayrılığa dönüştürmektedir. Kein ve/veya Umutsuz, kendi ruhunun sonsuzluk ışığını söndürmüştür. Bu denli bir suskunluk ve geri çekilme durumu, şizofrenik anlamda, dünyayı protesto etmek ve aslında intihara dönüşmek riskini de bu çok bilinmeyenli denkleme ekleyivermiştir. Dışarı, yalnızca onun kabuğuna dokunabilecektir, oysa o, kendi kabuğundan da artık alabildiğine uzaklığa çekilmiştir. Kendi ruhunda büyük bir yalnızlaşma ve yabancılaşma yaşamaktadır. Söz konusu bu durum, umutsuzun küçüklüğünde ya da ergen olma evresinde eşik sendromu’nu sağlıklı bir biçimde aşamadığını gösterir. Bu nedenle dışarı çıkamaz ve dünyaya doğamaz. O’nun için dünya ve bedeni artık bir ölü evi’dir. Huzursuzluğun asıl kaynağı da zaten, ölememektir. Sartre’ın tarihin arabasına koşulmuş yaşlı ve zavallı at metaforu, Kein’da sağlamasını yapmaktadır. Kitabın sonunda Kein’ın işi bitmiş ve yılkı atları gibi dışarı atılmıştır.
Gidecek yeri olmayan herkes için söylenebilecek ve kitabın sonu itibariyle söylemediği tek şeyi de ben sesli düşüneyim yine: Umutsuz, kendi içine döner; ama bu dönme güçlenerek savaş meydanına çıkma değil, kendi köşesinde ölmeye yatmadır.