Yıllar öncenin TRT’sinde Pazar günleri çok özeldi.
Soba sevdamı uzun uzun anlatırdım ama yazının konusu bu değil.
Ama soba o dönemin önemli bir parçası.
TRT hepimizin malumu Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz akı kurumlarından biriydi…
Biriydi çünkü ben TRT’de araştırmacı, belgeselci kadrosunda çalışma hayaliyle girdiğim İletişim Fakültesi’nin daha ikinci sınıfında yani 2002 yılında tablo çok başka bir yere evrildi ve asla daha iyi bir yere gitmedi.
Buradan devam edeceğiz.
Çocukluğumun Bursa’nın kültürünün beşiği Keles ilçesine ait olduğunu anlatmıştım daha önce.
İsim vermemiştim belki ama dağın güneyinde oldukça yüksek, soğuk, yıldızlarla dolu olduğunu anlatmıştım en azından.
Orta Asya’dan, rivayete göre bir ırmağın adını taşıdığımız o küçücük ilçe aslında Bursa kültürünün temel taşını oluşturuyor.
Ve babam da o kültürün çok önemli bir mirasçısı…
Babamın çocukluk öyküleri beni bir roman yazmaya itecek nitelikte ama ben o acılardan devşirdiği yeteneğe ve var olabilme potansiyeline odaklanıyorum.
Yoksa evden kaçıp yakalandığı Orman İşletme Müdürlüğü’nün Karabelen mevkiinden bir dönüm noktası olarak başlamam gerekir.
Babamın mirası çocukluğunda ona söz verildiği halde alınmayan ama inatla tenekeden yaptığı bağlama ve o tenor sesiyle yıllara yayılan hayranlık içeren bir süreç.
İnsan kendini bir şekilde tüm engellemelere rağmen gerçekleştiriyor.
Babam Bursa yöresinin mahalli sanatçısı ve Kültür Bakanlığı’nın kaynak kişisi olarak kayıtlarda yerini alıyor daha gençliğinde.
Üniversite sınavına girdiğim sene Keles’ten Bursa’ya bir yolculuk benim kaderimi çizdi.
Kültür Bakanlığı’ndan bir araştırma ekibini ağırlayan babama eşlik ettiğim o gün yaptığımız sohbette ‘senin kız bizim işi elimizden alacak’ dediler ve benim de bilmeden yolumu seçtiler.
Tabi ben mezun olana kadar çiçek, örgü, dokuma bölümü de dahil her bölüme sınava açılan bir TRT’ye dönüştü hedefim, hayalim…
Dönemin siyasi tablosuna bakarsanız neyi anlatmak istediğim çok açık, sınava girebilme şansı bile tanınmadı!
Pek çoğumuz gibi benim de hayallerimi elimden alan siyasi iklim Cumhuriyetin yüz akı kurumlarını birer birer tasfiye etti.
Geriye hatıralarda pazar sabahı western filmleriyle başlayıp, akşamına banyolarımız, sobanın yanında yediğimiz meyvelerimiz ve gece sinemalarımız kaldı.
Dolar üçlemesine bu kadar çetrefilli bir başlangıç yapacağımı düşünmemiştim hiç.
Ama western türünü Pazar sabahı TRT’si olmadan anlatamazdım, en azından ben anlatamadım.
Western türü Hollywood sinemasının hala ekmek yediği, tarihi neredeyse sinema tarihi kadar eski olan bir tür.
Alt türlerinin içinde bu yazının da konusu olan spaghetti western ve bunun en bilinen örneği de Dolar üçlemesi var.
Hayatımın en önemli karakterlerinden canım Dersu Uzala’yı anlattığım yazımda Akira Kurosawa’nın Yojimbo filmiyle selam gönderdiğim Dolar Üçlemesi benim için yıllar öncesinin Pazar sabahının ruhu…
Kovboy filmleriyle güne başlayan son kuşağa selam olsun.
Filmlerin, hala izlemeyen varsa, devam filmleri olmadığını söylemeliyim.
Üçlemenin ilk filmi olan ‘A fistful of dollars’ Kurosawa’nın Yojimbo’su…
Konu o dönem de tartışılmış, Akira’nın gönlü bir şekilde alınmıştır.
Ancak hem yapım yıllarına bakınca hem de her iki filmi izleyen biri olarak inkara yer bırakmayacak şekilde, evet bu bir esinlenmeden fazlasıdır.
Clint Eastwood’un ‘bay hiç kimse’ye hayat verdiği bu film, üçlemenin ilk filmi.
İtalyan yönetmen Sergio Leone’nin yönettiği serinin müzikleri yine bir İtalyan -Maestro- Ennio Morricone’un dehasından çıktı.
Clint Eastwood karizmasıyla bay hiç kimseye gerçekçi bir karakter verdi.
Eastwood, pek çok filmini izlememe rağmen benim için bu karizmatik ‘Gringo’ karakterle özdeşleşti.
Art arda çekilen bu filmlerin benim için en başarılısı ‘For a few dollars more’ filmidir.
Ennio’nun üçleme boyunca yarattığı ve kovboy kelimesini duyduğumuz anda aslında yankılanmaya başlayan müziklerinin yanında, ikinci filmin öyküsünün de teması olan o meşhur saat melodisi benim favorimdir.
‘Hayatın değerinin olmadığı bir yerde ölüm zaman zaman para etmiştir.
Ödül avcılarının var oluş nedeni budur.’
Filmin açılışı bu cümleyle yapılır.
Aynı ödülün peşine düşmüş iki ödül avcısının zekasını ve birbirine saygısını izleriz film boyunca.
Aslında Lee Van Cleef’in hayat verdiği ‘Albay’ karakterinin derdi ödül parası değildir.
Bir cep saatinin melodisinde başlayan hikaye aynı melodiyle son bulur.
Benim en sevdiğim sahne, filmin sonundaki saat sahnesi.
Albay yıllarını, hikayeyi tamamlayacak tek bir an için yaşıyor.
Hikaye gibi gelir ama gerçektir.
Üçlemeye bu filmde dahil olan Lee Van Cleef’in karizmasını atlamamak gerekir.
‘İyi, kötü, çirkin’ ile son bulan üçleme, hayatın içindeki karakterleri özetlemesinin yanında türün müziğe yön vermesi açısından da çok önemli.
Dünyanın en önemli müzik gruplarından Metallica 80’lerin başından bu yana konserlerine bu filmin tema müziklerinden ‘Ectasy of Gold’la başlıyor.
Grubun asla yaşlanmayan, yaşlandıkça karizması artan solisti James Hetfield ‘İyi, kötü, Çirkin’ e dair Clint Eastwood’a öncelikle öykündüğünden dem vurur ama şunu da ekler; ‘Fazla derine inmeden metaforik olarak hepimizin içinde bu var, hepimizin bunların her biri olma potansiyeli var!’
Ennio Morricone film müzikleriyle -benim zevkime göre- Hans Zimmer ile yan yana getirebildiğim tek kişi hala.
Hans Zimmer’e ayrı bir yazı yazmam gerekiyor, emir büyük yerden o yüzden yazılacak elbette sensei…
Yazıyı Hans Zimmer’in en önemli film müziklerinden birini yaptığı Interstellar’a atıfta bulunarak bitireyim o zaman, görev insanı biliciyle…
Ve ‘For A few dollars more’ filminin hikayesine de atıfla!
‘Sonuçta sevgi bizim icat ettiğimiz bir şey değil, o güçlü ve gözlemlenebilir.
Bir şey ifade etmeli!
Belki daha derin bir anlamı var, henüz anlayamadığımız bir şey olabilir.
Belki de henüz anlayamamamıza rağmen buna güvenmemiz gerekir.’
Günnur Ekşi Ataokay