İşçi sınıfı burjuvaziyi zorlayacak denli örgütlü bir güç ifade etmiyor olabilir; ancak var olan sınırlı örgütlenmesini dağıtmak için ona yöneltilen terörü görmezden mi geleceğiz? Herhangi bir burjuva iktidarının yöntemlerini kullandıklarını, olağanüstü bir durumdan söz edemeyeceğimizi mi öne süreceğiz?
Sendika.Org internet sitesinin sayfaları bir süre önce, solda uzun süredir yaşanmayan bir tartışmaya ev sahipliği yapmaya başladı. Devletin niteliği ve faşizm üzerine yürütülen bu tartışma, içinde bulunduğumuz siyasal anda çok önemli bir anlam ifade ediyor. AKP’nin 10 yıllık iktidarı önemli ölçüde sosyalistlerin önceki döneme ait ideolojik-politik programını gözden geçirmesine neden oluyor.
Çeşitli sosyalist çevreler, sendika.org’da bu tartışma yürütülmeye başlamadan önce devletin ve rejimin niteliği üzerine analizler geliştirmeye başlamışlardı. Bu bakımdan sosyalist sol içerisinde iki ana görüş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Birincisi, AKP – cemaat koalisyonunun önlenemez yükselişinin ve başta devlet kurumları olmak üzere toplumsal düzenin bütün alanlarında, hatta gitgide burjuvazi içerisinde de inşa ettiği egemenliğin vardığı boyutların, her anlamda bir “iktidar tekeli”nin oluşmasını sağladığını söyleyen ve buna karşı geniş bir cepheyle mücadele etmek gerektiğini savunan görüştür. İkincisi ise faşizmin, burjuvazinin kitleleri yola getirmek ve sınıf tahakkümünü inşa edebilmek için uyguladığı özel bir yöntem olduğunu, burjuvazinin emekçi sınıflar üzerinde zaten var olan tahakkümünün böylesi özel bir çabayı gerektirmediğini, ayrıca ülke içinde egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmanın henüz kesin bir galibinin olmadığını savlayan görüştür. En baştan söylemek gerekir ki bu yazı, esas olarak birinci görüşü savunmak ve ikincisi ile tartışmak amacıyla yazılmıştır. Bu, üzerinde uzun uzadıya durmayı gerektiren, oldukça ciddi bir konudur. Tartışmayı dergimizin sonraki sayılarında derinleştirmek üzere, şimdilik bazı ana noktalar üzerinde durmakla yetineceğiz.
Bu anlamda Foti Benlisoy’un 31 Ocak 2012 tarihli “AKP Faşizmi ve sol liberalizm” başlıklı yazısında ortaya atmış olduğu sorular, bu ana noktaların belirlenmesinde faydalı olmuştur. Benlisoy’un bu kısa ve öz yazısında devletin niteliğine ilişkin yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci görüş başarılı bir şekilde özetlenmektedir: “Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? İşçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde etkisiz olduğu, kârlılık oranlarında ciddi bir düşüşten bahsedilemeyeceği koşullarda sermaye düzeni açısından faşizme gerçekten gerek var mı?*
“Faşizme gerek var mı?”
Bu sorular faşizmin yalnızca baskıcı bir devlet biçimi olarak algılanmadığını göstermesi bakımından önemli. Bu anlamda en azından bir tartışma zemini olduğunu söyleyebiliriz. Faşizme ilişkin şu tanımlama, Georgi Dimitrof’a aittir ve 3. Enternasyonal tarafından kabul edilmiştir: “Faşizm, tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının terörcü diktatörlüğüdür.” Bizim de kullanacağımız en temel tanımlama budur. Sanırız Benlisoy da, belki bazı eklemeler yapmak koşuluyla, bu tanımlamaya itiraz etmeyecektir. Sonuç olarak bu tanımlamada faşizmin sınıfsal niteliğine, saldırgan ve emperyalist karakterine açıktan vurgu yapılmaktadır. Faşizmin, ekonomik bir bunalımın neticesi olarak burjuvazinin başvurduğu bir iktidar biçimi olduğu ise tarihe bakarak çıkardığımız bir sonuçtur. Bu anlamda Benlisoy’un, burjuvazinin bugün faşizme gerek duyup duymadığına ilişkin sorusu anlam kazanıyor.
Benlisoy bu soruyu elbette ekonomik durumu analiz etmek için soruyor. Yoksa burjuvazinin “yeteri kadar kazanıyoruz, daha fazla kazanmak için neden terör uygulayalım ki?” diye düşünecek kalenderlikte insanlardan oluşan bir kulüp olmadığının kendisi de farkındadır. Daha çok kazanmak, rakiplerini alt etmek için her yola başvurmak, serbest rekabet içinde her yolu mubah gören burjuvazinin doğasının önemli bir parçasıdır. Bu anlamda Benlisoy’un sorusu yanlış anlamaya uygun bir sorudur. “Faşizme gerek olup olmadığı” şeklindeki soru, daha doğru bir şekilde, “bugün faşizmin nesnel koşulu var mı?” şeklinde sorulmalıdır.
Nitekim Benlisoy, burjuvazinin karlılık oranının düşüp düşmediğinin, işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını zorlayacak düzeyde örgütlü olup olmadığının cevabını vermemiz gerektiğini söylemektedir. Kendisi bu sorulara bir yanıt veriyor ve aslında mesele de orada çıkıyor. Burjuvazinin karlılık oranlarında büyük bir düşüş olmadığı bir dönemde mi bulunuyoruz? Eğer böyleyse, uluslararası sermaye neden sürekli olarak maliyetini düşürme ve yatırım alanı değiştirme yarışı yapıyor? Türkiye’deki duruma bakacak olursak, AKP iktidarı son 10 yılda ekonomiyi ayakta tutabilmek için önce özelleştirmeyle ve taşeronlaştırmayla kamu işletmelerini ve kamu hizmetlerini, ardından kentsel dönüşümlerle kent mekanını ve son olarak da hidroelektrik, nükleer ve termik santrallerle doğayı burjuvazinin yatırım alanı haline getirmiştir. Bunun yanı sıra ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki müttefiki olmanın meyvesi de Türkiye burjuvazisinin yurtdışı pazarının genişlemesi olarak alınmış durumdadır. Bu kadar çok yeni alan açılmış olmasına rağmen Türkiye ekonomisi hala cari açık rekorları kırmakta, Başbakan bizzat sıcak paranın ülke ekonomisi açısından ne kadar acil bir gereklilik olduğunu televizyon ekranlarından duyurmaktadır. Avrupa’da son bir yılda ayyuka çıkan ekonomik kriz ise, ana ihracat kaynağı Avrupa Birliği ülkeleri olan Türkiye burjuvazisi için krizin daha da derinleşeceği anlamına geliyor. Yine de burjuvazinin karlılık oranlarının düşmediğini öne sürenler için eski bakanlardan Kürşat Tüzmen’in Türkiye’de işçi ücretlerinin yüksekliğinden yakındığı konuşmasını hatırlatmakta yarar var. Çin’de günde bir tabak pirince işçi çalıştırmanın mümkün olduğundan, Türkiye’nin bu maliyetlerle yarışabilmesi için işçi ücretlerini mutlaka düşürmesi gerektiğinden söz ediyordu Tüzmen. Görünen o ki burjuvazinin temsilcilerinde bu konuda bir kafa karışıklığı yok.
Sosyalistlerin kafasının karışmasına neden olan ne peki? Burjuvazinin iktidarını zorlayacak bir işçi sınıfı örgütlenmesi olmaması mı? Faşizmin 20. yüzyılda ortaya çıkışında şüphesiz çok önemli bir etken olarak tespit ettiğimiz bu özellik, faşizmin alamet-i farikası mıdır? Başka yollarla işçi sınıfı örgütlülüğünü çözebiliyorsa, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını ellerinden alabiliyorsa, burjuvazinin önce bu yolları deneyeceği, terör yoluna zorda kaldığında başvuracağı gayet rasyonel bir düşünce; bu konuda Benlisoy’a hak verebiliriz. Ancak işçi sınıfının en ufak hareketlenmesine karşı AKP iktidarının uyguladığı terörü görmezden gelebilir miyiz? Henüz hafızalarımızdaki tazeliğini koruyan Tekel eylemlerini düşünelim. İşçilerin aylar süren direnişini boğmak için ellerinden geleni yapan AKP iktidarı değil miydi? 1 Nisan 2010’da genel grev ilan etmesi için Türk-İş önüne eylem yapmaya gelen Tekel işçilerini sendika binasının 500 metre çapındaki alana bile sokmayan, gün boyu özel harekat polisleriyle, civar illerden takviye edilen birliklerle birlikte sayıları binlere ulaşan çevik kuvvetle ve helikopterlerle bölgeyi kuşatan AKP değil miydi? Sendikaları yasal düzenlemelerle etkisizleştirmeye çalışması yetmezmiş gibi yöneticilerini uyduruk iddialarla tutuklayan AKP değil miydi? İşçi sınıfı burjuvaziyi zorlayacak denli örgütlü bir güç ifade etmiyor olabilir; ancak var olan sınırlı örgütlenmesini dağıtmak için ona yöneltilen terörü görmezden mi geleceğiz? Herhangi bir burjuva iktidarının yöntemlerini kullandıklarını, olağanüstü bir durumdan söz edemeyeceğimizi mi öne süreceğiz?
Benlisoy’un sorduğu sorular kadar olmasa da bu soruları yanıtlamanın da faşizm tartışması için gerekli olduğu ortadadır. Benlisoy’un yaptığı gibi, 20. yüzyıl faşizm pratiklerine birebir benzeyen özellikleri aramak, bulamadığında da “AKP karşıtlığı gibi, anti-faşizm gibi geniş bir cephe kurmak doğru değildir” demenin gereği ise ayrıca sorgulanmayı hak ediyor. Eğer liberaller gibi, faşizmin eski çağa özgü bir kötülük olduğunu ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından gelişen insan hakları ve demokrasi kavramları ile gelişmiş olan liberal demokrasinin, yeniden bir faşizm tehlikesini engelleyeceğini düşünmüyorsak; faşizmin emperyalist kapitalizmden ayrı düşünülemeyeceğini söylüyorsak, emperyalizmin son derece saldırgan bir hal aldığı günümüz koşullarında faşizmin yükselmekte olduğunu görmezden gelemeyiz.