Giriş
Din, “toplum yaşantısıyla birlikte ortaya çıkan ve toplum yaşantısıyla gelişen bir olay” olarak değerlendirilir. Dinin doğuşu konusunda ikinci bir görüş olan insan yaşantısından bağımsız doğa üstü bir gerçek olduğu konusu dinsel sosyolojinin dışında değerlendirildiği için bizim inceleme alanımızın dışında kalmaktadır. Din aslında temel bakımdan, evrenin belirli bir tarzda görülüşünden başka bir şey değildir.
“Din, insanların kendi varlıklarının ve kendi varlıklarını çevreleyen toplumsal ortamın bilincine varmaları biçimlerinden birisi ve en önemlisidir. Din sadece ahiret düzeni değil, iki dünyaya ait hukuk ve ahlak düzenidir. Dinin, inanca dayanan doğa üstü tasarımlar ve işlemler sistemi olduğu ve insanlık tarihinin belli bir döneminde sonradan ortaya çıkan bir kurum olduğu kabul edilmektedir.
Ancak biz, dinin nasıl ortaya çıktığı veya ne olduğunu değil, daha çok dinin topluma olan etkisini inceleyeceğiz. Dinin, 20 yüzyıla dek insanlığa olan güçlü etkisi herkes tarafından kabul edilmektedir. Dinler, değişmez hükümler içerirler, bu da insanlığın nesnel ve öznel gelişimini etkilemiştir. Din, tarihin her safhasında, dönemin her alanında etkili olmuştur. Bu etki, toplumda dinsel görevleri üstlenen geniş din adamları kitlesi ile birlikte, durağanlıktan çıkarı olan toplumun elit kesimin çıkarları ile birleşince daha da güçlenmiştir.
Hemen hemen tüm dinler, dönemin çeşitli koşullarına ilişkin çeşitli bilgiler de içerirler. Çoğu kez de insanlara ne yapmaları ve nasıl yapmalarına ilişkin eğitimsel bilgiler de sunulur. Dinlerin, insanlar önüne serdiği bilgiler ister doğru, ister yanlış olsun değişmez doğrular olarak kabul edilir. Bu nedenle toplumdaki kişilerin, dinsel verilere aykırı veya o verileri aşan, yanıltan buluntularının büyük sorun yaratacağı doğaldır. Bu aşamada din ile bilim çatışması kaçınılmazdır. Dinler, durağan ve kesin hükümler taşırken, sürekli gelişme durumunda olan bilimle çatışmasının önemini A. N. Whiteat şöyle dile getirir: “Tarihin gelecekteki akışını, bugünkü kuşağın bilim ve din arasındaki ilişkileri hakkında vereceği kararlara bağlı olduğunu öne sürmek bir abartı sayılmaz.”
Günümüzde, din ile bilim kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Ancak, bugün ülkemizde bazı ortaçağdan kalma görüş ve uygulamaların varlığı, ülkemiz çağdaşlaşmasında en temel sorundur.
İlkçağda din ve bilim
Antik dönemde; Yunan, Mezopotamya, İran ve diğer uygarlıklarda düşünceler ve tasarımlar hep dinsel bir plan üzerinde kalmıştır. Bir anlamda din ile bilim aynı görünüşte gözükmektedir. Daha ilkel yaşam süren göçebe toplumlar için aynı düşünce geçerlidir. Nitekim, büyücü şamanla ifade bulan din adamları aynı zamanda tıp ve astronomi alanında da en yetkin kişiler sayılırdı. İlk çağ Mısır, Çin ve Mezopotamya’sında astroloji büyük gelişme sağlarken din ile çok yakın bir ilişki içerisindeydi.
Eski Yunan’da din ile bilim arasında bugünkü anlamıyla bir anlaşmazlık ve çekişme yoktu. Ancak, felsefe ile din arasında büyük bir çatışma olmuştu. İÖ. 6. yüzyıldan önce yaşamış şair-filozof Kolofonlu Ksenophenes, tanrılar düşüncesine ilk defa isyan etmişti, kurulu bir dinin de abes olduğunu söylemişti.
5. yüzyıl ortalarında Anaksagoros ise; “Yıldızların tanrı sanıldığı bir sırada açıktan açığa yıldızların yeryüzündeki taşlar gibi, fakat ateş halinde nesnelerden ibaret olduğunu söylüyordu. Anagsagoros, bu düşüncelerinden dolayı yargıçların önüne çıkmak zorunda kaldı. Yine aynı tarihlerde yaşamış Abderalı Protagoras da; “Tanrıların ne var olduklarını, ne var olmadıklarını, ne de şekillerini bilmeye gücüm yeter.” tümcesiyle “dinsizlik davası” nedeniyle yargıç huzuruna çıkmıştı. Ünlü Hipokrat’ın da tıpta bilimsel bir yol izleyerek, tanrıların etkisinde kalmadığı anlaşılıyor.
Eski Yunan’da düşünceleri nedeniyle dinsel tutucular tarafından tepki gören en ünlü kişi hiç kuşkusuz Sokrates’ti. Bu amaçla yargılandığı mahkemede sunduğu ünlü “Savunması”, düşünceleri nedeniyle yargılananlar için bir rehber durumundadır.
Aristo da yapıtlarında, derslerinde doğrudan doğruya mitolojik tanrılara, halkın kurulu dinine karşı çıkmamakla birlikte, felsefesi yepyeni inançlardan söz etmektedir. Aristo’nun sözünü ettiği evren anlayışı, 16. yüzyıla kadar tüm dünyada etkisini sürdürdü. İslam filozofları da Aristo ve Eflatun’un düşüncelerini hemen hemen tümüyle benimsemişti. Stoacı sistemi ise Aristo’nun kabul ettiği akıl-tanrı kavramını derinleştirmişti.
İsa’dan sonraki dönemlerde, din ile felsefenin çelişmesinden çok felsefenin dine sığınma isteği sezinlenir. Bu devir, dini gizemcilik (mistisizm) boyasıyla boyanmış bir felsefeyi meydana getirir.
Roma’da, batılı inançlar ve büyü yöntemlerine ilk saldıran düşünür Çiçero’ydu. (İÖ. 106-43) Eski zamanların en büyük astronomi ve matematik bilgini olan Batlamyus (İÖ. 170) yeni bir astronomi kuramı geliştirirken, var olan inançları da yıkacaktı. Yine, Hipokrat’tan sonra eski zamanın en önemli tıp bilgini Bergamalı Galen önemli bilimsel deneyler yapmıştı.
Hıristiyanlık dünyasında dinin eğitim ve bilimle çatışması
“Hıristiyanlık düşünüşü, orta çağda bilime düşman olmuştu. 390 yılında İskenderiye’de 400 bin cilt kitap, yani o devrin tüm bilim ve bilgisini içinde toplayan kütüphane piskopos Theophilos tarafından yakılmıştı… Ünlü astronom Theon’un kızı matematikçi Hypatia (370-415) Başpiskopos Kyril’in kışkırtmasıyla İskenderiye’de halk tarafından parçalanmıştı… Atina Felsefe Okulu tümden kapanmıştı.”
“8-9. yüzyıllarda Batı’da öğretim, ancak manastırlarda ve büyük kiliselerin içindeki okullarda, papazlar tarafından yürütülüyordu.” 10. yüzyıldan sonra İtalya’nın Bologna kentinde hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler kendilerine her taraftan hoca bulmak için bir çeşit öğrenci locası kurdular. Adına da loca anlamında “universitas” denildi. Ancak, bu yüzyılda kurulan üniversite adının buradan almasına karşın, gerçek laik bir üniversite değildir. Yine de 12. yüzyıldan sonra tıp, felsefe, aritmetik, geometri ve astronomi bilimlerinin okutulduğu anlaşılıyor. Fakat bu pozitif bilimler ilahiyat bilimi içinde, onunla çelişmeyecek şekilde öğretiliyordu. Bu dönemde papazların her istedikleri bilimin okutulmasını yasaklayabilecek güçleri bulunuyordu. Örneğin, 1163 yılında Papa Alexander III, fizik öğrenimini tüm kilise mensuplarına, ki o zaman okuyup yazmak fırsatı bulanlar ancak bunlardı, Tours ruhani meclisinin kararı ile yasaklamıştı. Bir süre sonra da tıp öğrenimi yasağı çıkmıştı. Adnan Adıvar, bu dönem için şu saptamayı yapar: “Bilim ile din arasında bir kavga aramak doğal olarak boşunadır.”
Üniversite hocalarının, yani o dönemin ilahiyat filozoflarının eline geçen Aristo ve Eflatun’un yapıtları, bazı yüzeysel tartışmalara neden olur. Ancak, 12. yüzyıl sonlarında, “Batıda ilahiyat adeta bir örümcek gibi tüm düşünen beyinleri sarmış ve o zamana özgü ağır bir hava içinde her düşünce aynılığını; ya söndürmeye veya ancak kör bir kandil kadar yanmaya zorlamıştı. İşte ortaçağın karakteristik sıfatı da buydu.”
Batıda, ilk aşamada eğitim ve dinsel tutuculuğun çemberini kırmak için çaba gösterenlerin hemen hemen tümü ilahiyatçıydı. 13. yüzyılda yaşamış Roger Bacon adlı keşiş, işte bu yeni bilim için hapis, sürgün ve zulüm ile dolu, çok acı bir yaşam sürmüştü. Bacon, bir gün Oxford’da bir iki ufak bilimsel deney yapmaya kalkışınca tüm hocaları, öğrencileri ayaklanır. Papazlar, keşişler, öğrenciler sokaklarda cüppelerini sallaya sallaya “gebersin sihirbaz” feryatlarıyla dolaşırlar. Bacon, Batı dünyasında dinsel tutuculuğa ilk darbeyi vuranlardan biri sayılırdı. 19. yüzyılda Ockhamlı William, dinsel inançları, akılla açıklamaya çalışması dinsizliğe “delalet” edilip Avignon’da hapis edilmişti. Daha sonra serbest bırakılmasına karşın verdiği derslerde görüşleri yasaklanmıştı.
Nicholas de Cusa (1401-1464) adında başka bir papaz da pozitif bilimlerde araştırmalar yapıp çalışmalarını sürdürmüştü.
Avrupa’da başlayan Rönesans ve Reform hareketleri Batıda dinsel tutuculuğa karşın bilimin zaferini doğurdu. Ancak, yine de bilimin getirdiği yeni sonuçlar dinler tarafından hemen kabul edilemiyordu. Reformcu Calvin dahi, Cenevre’de, Aragonlu Michael Servetus adındaki ilahiyatçı hekimi, hafif ateş üzerinde pişire pişire yaktırmıştı. Kitapları imha edilmişti. 15. yüzyılda Amerika’nın kaşifi Colomb dahi dinsel tutuculuktan nasibini almıştı. Colomb’un amacı dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamak olduğu için, ilahiyatçılar bu görüşe sert tepki gösteriyorlardı. Colomb, bu savının Salamanca Üniversitesi meclisine sunduğu halde, azizlerin yapıtları, Tevrat ve İncil’e dayanarak reddedilmişti. O tarihte Saint Augustina dünyanın yuvarlak olmasıyla adeta alay ediyor, kürenin alt tarafındaki insanların nasıl ayakta durabileceklerini sorarken, Luther, Calvin gibi reformistler dünyanın düz olduğunu savunuyorlardı. Macellan’ın güç bela yaptığı dünya turu da sonunda, kilise coğrafyasını kökünden sarstı.
Gelecek sayıda; “İslam’ın, Bilim Çatışması, İslam Bilim ve Sanat İnsanlarının, Din Adına Cezalandırılmaları”