Ailemin ilk arabası kırmızı bir Renault 12’ydi.
Çocukluğumun Uludağ’ın güney yamaçlarında geçtiğini anlatmıştım daha önce.
Doğal olarak arazinin heybetli olduğu, kışın kar altında yaşandığı, evden çıkabilmek için benim çocuk bedenim için tünelleri andıran yollar açmanın gerektirdiği bir coğrafyaydı o zamanlar.
Şimdi de kışı yine çetin ama öyle yollarda kalmıyorsunuz o zamanlarda olduğu gibi.
Yine de soğuk ve yıldızlarla dolu…
İşte biz o kırmızı arabamızla ilçe ve köyümüz arasında gidip gelirken arabanın kasetçalarında hep aynı sesleri duyardık.
Hayatımın ilk fon müzikleri; Neşet Ertaş, Arif Sağ, Musa Eroğlu ama özellikle Neşet Ertaş.
İyi ki ‘Garib’ amcamız…
Biz meraklı gözlerle etrafı izlerken, kulaklarımızda onun sesi, bozlakları yankılanır dururdu.
İnsan, hayatının başladığı yerden çok uzaklaşamıyor.
Kıtalar da değiştirsek, doğduğumuz coğrafya ve ailemiz belirleyici olma özelliğini hayatımız boyunca devam ettiriyor.
Coğrafya mücadele gücümüzü, ailemiz ise doğuştan getirdiğimiz mizacımız, yeteneklerimiz haricinde karakterimizi, yaşantımızı belirliyor.
Bunu ben de çok adil bulmuyorum ama yaşamı zenginleştiren şey de bu değil midir bir bakıma?
Hepimiz birbirimize çarpıp duruyoruz zaman zaman ve hayatlarımızda eksik olanı tamamlama arzusu bitmediği için son nefese kadar, bu bir çeşit hayatta kalma sebebine de dönüşebiliyor.
Sonuç olarak Yörük kültürünün içinde, Orta Anadolu’nun Abdal geleneği ile küçük yaşta tanıştık babamın türkü sevdası sayesinde.
Aramızda dağlar, ovalar, şehirler…
Ve müziğin hepsini aşan ruhaniyeti…
Algılayabileceğimiz tek şey müziğin formuna ve sesin duygusuna dairdi ama bu tam bir tanışma değildi.
Yaş ilerledikçe insanımızın ne dertli türkülerde, nasıl da neşeyle gülüp eğlendiğini gördük!
İnsan, sözlerine hiç mi kulak vermez, vermiyoruz bilmem nedendir?
Dinlemeyi, yürekten dinlemeyi bilmiyoruz sanki.
Türkülerle seviyenin arşa çıktığı bir yerden başladı maceram velhasıl.
Ama burada kalmadı tabi etnik müzik, yöresel müzik merakım.
Dünya çapında müzikal anlamda belirleyici bazı ülkeler var.
Avrupa’nın gezgin trabodurlarının ülkemizdeki karşılığı işte Neşet Ertaş’ın tam göbeğinde yetiştiği kültür olan bu Abdal Geleneği.
Ama bunun örneğin İspanya’daki karşılığına bakarsak, ülkenin güneyini içeren Endülüs bölgesinin müziği olan Flamenko yine dünya müzik literatüründe belirleyici bir müzik kültürü.
Gelişimi yüzyılları alan ve meraklısına çok derin bir araştırma alanı sunabilecek olan bu müzik türü bana hep Orta Anadolu’nun bağrını hatırlatır.
Yakın geçmişten Paco De Lucia, Paco Pena, bir üst jenerasyondan Tomatito, Vicente Amigo bu geleneğin müziğin kaydedilebilen sürecinde bizim tanışabildiklerimiz.
Elbette niceleri var yeni kuşakta ama Paco değil!
Bir de sesi ile Jose Merce, Camaron De La İsla, Enrique Morente var.
Ben Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş bilen biri olarak elbette benim şahit olduğum ilk kuşağa odaklanıyorum.
Flamenko için de geçerli bu.
Geleneğin olduğu gibi devam ettiği kuşak burası çünkü…
Müzik müthiş bir evrensel yapıştırıcı, dönüştürücü, ruh bükücü…
Dünyanın herhangi bir ülkesinden birinin bağlama çalması artık şaşırtıcı değil.
Tıpkı ülkemizden birinin de çıkıp Flamenko’ya gönül vermesi gibi.
Türkiye gitarla tanışalı çok oldu ama gitarın farklı icraları var.
Erkan Oğur yazıma atıfta bulunabilirim burada.
Flamenko; gitarın icra türleri içinde, bağlamanın Orta Anadolu tekniği ya da kopuzun Orta Asya rüzgarlarını taşıyan o temiz havası gibi…
Türkiye’de buna gönlünü kaptırmış müzisyenler var elbette.
Benim yeni nesilden uzun zamandır takip ettiğim Ceyhun Güneş var örneğin.
Mavi Siyah Flamenko Topluluğu’nun kurulduğu tarihlere tekabül eden bir aşinalığım var müziğine.
Orta Anadolu’nun bağrında, Ankara’da yetişmiş çok başarılı bir müzisyen.
Kendi bestelerinden oluşan ilk albümünü dinlediğimde müthiş keyif almıştım.
Flamenko tabi sadece gitarın icrasından oluşan bir müzik türü değil; ritim ve dans da ayrılmaz parçaları.
Bu anlamda son 10 yılda bile azımsanmayacak bir artış var Flamenkoya duyulan ilgide.
Ceyhun Güneş de Ankara’dan İspanya’ya uzanan Flamenko yolculuğunun sonucunda, aynı zamanda bir eğitici artık.
Geçtiğimiz günlerde onunla da konuşmuştuk Flamenko ve orta Anadolu tavrı ile ilgili.
Müzik formlarında benim görmeye zorladığım tavır benzerliğinin aslında daha çok insan yaşantısına dair ortak bir tavır olduğunda ikna oldum gibi.
Tangos formunda ‘Kesik Çayır’ neşesi, Tarantas formunda ‘Kalktı göç Eyledi Avşar Elleri’ hissini yakaladığım içindir belki de…
Aynı melodiyi duymayı beklemeyin, benzerlik daha çok duyguyu yaşama tonunda.
Bu duyguyu ifade ederken salınan tonda, serbestlik makamında…
Duygularımız da evrensel değil mi?
Mutluluk, neşe, acı, hüzün, isyan!
Bu yüzden Neşet amcamızın o naif yüreğini dinlerken, gözlerini kapatmış gitarını çalan Paco De Lucia’yı da görüyorum.
Sesinde Camaron’un acısını duyuyorum.
Müzik de tıpkı insan ruhu gibi etkileşim halinde çünkü müzik, insan ruhundan ayrı değil.
Bu yüzden bazen bambaşka bir ülkenin müziğini dinlerken kendimizi aynı hissin içinde bulabiliriz.
İki tanıdık ruhun bu kalabalık dünyada birbirini bulması gibidir bu..
Garib amcamız Neşet Ertaş’ın ve Paco De Lucia’nın anılarına…
Günnur Ekşi Ataokay